Emanete İhanet Etmek -Hakk ve Hakikatten Ayrılmamak- Bayram Ali Çetinkaya İslâm’ın Peygamberi, geldiği toplumda “el-emin” veya “Muhammedu’l-Emin” (Güvenilir/Emin, Güvenilir Muhammed) olarak tanınmakta ve bu ifadeyle kendisine hitap edilmekteydi. Nitekim inanan, inanmayan Mekkeliler ona değerli eşyalarını emanet olarak teslim ederlerdi. Dolayısıyla “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî, İman, 12; Nesâî, İman, İnanç insanı, kendisine verilen emanete asla ihanet etmez, zayi etmez, kendi çıkar ve menfaati için kullanamaz. Onun için Hz. Peygamber (s), Müslümanda bulunmayan iki hasletten birisi olarak ihaneti ifade eder: ‘Bir müminde her haslet bulunabilir. Ancak hıyanet ve yalan bulunamaz. (İbni Ebi Şeybe) Yaşadığımız çağ, emin, emanet gibi vasıfların buharlaştığı bir zaman dilimi durumundadır. Emanet olarak bıraktıklarınızı geri alma talebinizde, “böyle bir emanetin olmadığını” söyleyecek kadar serinkanlı cevaplar, güven ve gönül sarsılmalarına sebep olmaktadır. Din olarak İslâm gibi ulvî bir inanç sistemini, yüklenmesi için insana emanet olarak verilmesi, Müslüman sorumluluğunun “en ağır” yükü olarak yeterlidir. “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzap, 72) “Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah'a ortak koşan erkeklere ve Allah'a ortak koşan kadınlara azap etmek; mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul etmek için insana emaneti yüklemiştir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Ahzâb Suresi, 73) Allah’ın Resulü de, “emanetin kaybedilmesi”ni hatırlatır ki, bu kaybı, ehil sahiplerine verilmesi şeklinde açıklar: “Emanet kaybedilince kıyameti bekleyin.” “Emanet nasıl kaybolur?” diye sordular. “İşler ehil olmayanlara teslim edilince” diye cevapladı. (Buhârî, Rikak: 35) Bununla birlikte bırakılan eşya ve kıymetli mal, ifa etmesi için liyakatli olduğu düşünülen bir görev, vücudun/bedenin, eş ve çocukların emaneti ve benzeri durumlar, mesuliyeti daha da arttırmaktadır. Nitekim sayılanlar her biri insan için önemli emanetlerdir. İhanet edildiğinde veya korunmadığında sorumluğu ve vebali büyüktür. Emanetlerin ehline verilmesi esastır. Liyakat, kabiliyet ve yetenekleriyle birlikte erdemli kimselerin, verilecek vazifelerde muhatap alınması gerekir. Layık olmadıkları halde yakın, akraba, dost ve arkadaşlarını önceleyerek görevlere getirmek, meşru bir tutum değildir. Belirli görevlere liyakat sahiplerini getirmek ve atamak, nasıl bir emanetleri ehline vermek ise, vazifelere tayin etme işi de bizatihi bir “emanet”tir. Ehli tarafından yapılmayan vazifeler, adaletsizliğin ortaya çıkarak zulme sebep olur. Adaleti yerine getirmek de bir emanet olduğuna göre, vazifelerin dağıtılmasında hassas davranmak gerekir. Emin ellerde olmayan makam ve mevkiler; hak, hukuk, adalet, liyakat, kabiliyet ve yetenek vasıflarından uzaklaşarak o müesseselerin zayıflamasına, verimsizleşmesine ve kapatılmasına yol açar. Vazifelerin dağıtılmasında/verilmesinde azami başarı ve kazanımı elde etmek için donanımlı, emin ve erdemli özelliklerle bezenmiş kimseler tercih edilmelidir. Aksi takdirde kurum ve kuruluşlar, ilerleme gösteremez ve cemiyete hizmet etme gayelerini kaybederler. Toplumda da emanetlerin sahiplerine verilmediği kaygısı ve algısı oluşarak huzursuzluklara fırsat verilmiş olur. Cemiyette en büyük gönül kırılmaları ve dargınlıkları, vazifelere getirilen kişilerin seçiminde “adamı olan, yakını olan” kimselerin öncelendiği algısının yaygınlık kazanmasıyla gerçekleşmektedir. “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisâ Suresi, 58) “İnsanlar öyle aldatıcı yıllar görecek ki, o yıllarda yalancılar tasdik, doğru söyleyenler tekzib edilecekler. Keza o yıllarda haine itimat edilecek, emin kimseye de hainsin denecek. O zaman ruvaybıda adam âmme işinde söz sahibi olacak. ‘Ruvaybıda kimdir?’ diye sorulmuştu. ‘Âmme (halk) işlerinde (söz sahibi-yönetici olan) değersiz adam’ diye cevap verdi.” (Ebu Davud, Fiten, 4036) Kendisine verilen vazifeyi, çıkar ve menfaat gibi şer emellerine alet etmek, sıklıkla karşılaşılan durumlardan biridir. En küçük makamlardan üst düzey görevlere kadar olan işler, aslında kişinin uhdesine verilmiş emanetlerdir. Halkın, fakirin, yoksulun, Anadolu tabiriyle “tüyü bitmemiş yetimin” malı, yani kısacası devletin malı ve mülkünü çıkarlarının vasıtası haline getirmek, ihanetlerin en büyüklerindendir. Hak etmediği halde malik olduğu mal, mülk, arsa, değerli emtialar karşısında, bunların hesabı ve kaynağı sorulduğunda, gayet rahat bir şekilde dinî ve meşru gerekçeler sunabilecek kadar ahlak dışı hadiselerle karşılaşmak olağan bir hale geldi. Yaptığı işin karşılığı olarak aldığı maaşı çok çok aşan, para ve mülkiyetlere sahip olanlar, kendi iç dünyalarında veya dışarıya karşı bu hallerini şer’î/dinî argümanlarla/mazeretlerle gerekçelendirebilme kabiliyetlerine sahiptirler. Ancak unutulmamalıdır ki, malik olunan her şeyin hesabının sorulacağı ebedî âlem, bizim için ibret olarak yeterlidir. “Kim zerre miktarı hayır işlemişse onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal, 7-8) Vücudumuzun, bize verilmiş çok büyük bir nimet ve emanet olduğunu sürekli hatırda tutmamız gerekir. Buna mukabil, “bedenim bana aittir, isteğimi yaparım” sorumsuzluğu kimseye verilmemiştir. Böyle bir özgürlük yoktur. Zira bedenlerimiz bize ait değildir. Onların gerçek sahibi Yaratan’dır. Biz ise, sadece onların bekçileri, emanetçileriyiz. Kötü ve olumsuz bir şekilde hayırlı olmayan hiçbir yerde onları kullanamaz, hayırsız amaçlara alet edemeyiz, bir başkasına satamaz, hâsılı onlara zarar veremeyiz. Aynı şekilde bedenlerimizdeki her bir organımız da böyledir. Çocuklarımız ve eşimiz, bize verilmiş büyük lütuflar, nimetler ve emanetlerdir. Dolayısıyla “onlar benimdir, istediğimi yaparım, kimse karışamaz” hadsizliği, kimseye bir özgürlük olarak verilmemiştir. Bizim de olduğu gibi, onlar da Hâlık’ın inayetinin bir sonucudur. Onlara şiddet uygulamak, yaralamak, hayatlarına kastetmek, bir başkasına vermek, gayr-i meşru şeyler için vasıta olarak kullanmak, insanî ve vicdanî olmayan caniliklerdir. Bunlara teşebbüs etmek, emanetlere ihanet etmenin göstergeleridir. Emanet olgusu, o kadar önemli bir mevzudur ki, Allah Teâlâ, bizzat peygamberlerini bile bu konuda uyarmaktadır. Nihayetinde emanete ihanet edilmesinin neticesi, En Büyük Gün’de hesabının sorulmasıyla olacaktır. Gerçek ve tam adaletin gerçekleşeceği gün, haksızlık ve zulme asla yer olmayacaktır. Emanete sahip çıkan emin kimseler, Hakk’ın rahmetiyle mükâfatların sınırsızlığından nasipleneceklerdir. “Hiçbir peygambere, emanete ihanet yaraşmaz. Kim ihanet ederse, kıyamet günü ihanet ettiğiyle gelir. Sonra her nefis ne kazandıysa, (ona) eksiksiz olarak ödenir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (Ali İmran, 161) “Ey iman edenler, Allah'a ve Resûlü'ne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.” (Enfal, 27) Sahabeden Huzeyfetu'bnu'l-Yemân’ın, Hz. Peygamber’den emanetle ilgili aktardıkları bizlerin hayatlarında, Hakk’ın ve hakikatin yolundan ayrılmamamız gerektiğini bir defa daha bize hatırlatmaktadır. Efendimizin (s) ve Huzeyfe’nin emanet ve eminlik üzerine bahis konusu yaptıkları, bugün serbest piyasa ekonomisi adı altında vahşi bir kapitalizm sistemine kapı aralamıştır. İnsanlarla ticaret veya alış veriş yaparken, “acaba aldatılıyor muyum? Acaba daha ucuzu, hesaplısı var mı? Aldığım ürün kaliteli mi? Kalitesiz mi?” kaygısını sürekli taşır hale geldik. Bu durumda insanların birbirlerine şüpheli davranmasına ve kafalarında soru işaretleriyle bakmasına sebep olmaktadır. Daha hesaplı ve üstelik daha kaliteli bir ürün bulduğunda, büyük bir hayal kırıklığı halini yaşamaktadırlar. Hz. Peygamber (s), bize iki hadis irad buyurmuştu. Ben bunlardan birini gördüm, diğerini de bekliyorum. Buyurmuştu ki: Emanet (din, adalet duyguları) insanların kalplerinin derinliklerine (yaratılışlarında, fıtri meyiller olarak) konmuştur. Sonradan Kur'an-ı Kerim indi, (İnsanlar kalplerine konmuş olan bu fitri temayüllerin) Kur'an ve hadiste te'yidini buldular. Resulullah (sav) bize bu emanetin kalplerden kalkmasından da bahsetti ve buyurdu ki: “Kişi uykuda imiş gibi farkında olmadan kalbinden emanet alınır. Geride, benek izi gibi bir iz kalır. Sonra ikinci sefer, yine uykuda imişcesine, kişi farkında olmadan kalbindeki emanet duygusundan bir miktar daha alınır. Bunun da, kalpte bir kabarcık izi gibi bir izi kalır, yani şöyle ki, ayağın üzerinden bir kor parçasını yuvarlayacak olsan değdiği yerleri kabarmış görürsün. Ne var ki, içinde işe yarar bir şey yoktur. Sonra Hz. Peygamber (s) bir çakıl tanesi aldı, onu ayağının üzerinde yuvarladı. (Ve sözüne davam etti:) “(Emanet bu şekilde peyderpey azalmaya devam eder, o hale gelinir ki artık) alış verişe giden insanlarda (itimad, güven, doğruluk ve) emanet tamamen kaybolur. Hatta dürüstler ‘Falanca kabilede dürüst insanlar varmış’ diye parmakla gösterirler. Bazen da, kalbinde zerre miktar iman olmayan bir kimsenin “ne civanmerd, ne kibar, ne akıllı kişi" diye övüldüğü olur.” (Huzeyfe devam etti:) “Ben öyle günler gördüm ki, hanginizle alış veriş yaptığıma aldırmazdım. Muhatabım Müslüman idiyse, bana karşı hile yapmasına dindarlığı mani olurdu. Muhatabım Yahudi veya Hıristiyan idiyse, onu da, amiri(nden validen gelen korku ve disiplin) bana hile yapmaktan alıkoyardı. Fakat bugün sizden sadece falanca falanca ile (gönül huzuruyla) alış veriş yapabilirim.” (Buhari, Rikak, 35, Fiten 13; Müslim, İman, 230, (143); Tirmizi, Fiten, 17, (2180); İbn Mace, Fiten, 27) Bize verilen emanetleri, iade etmekle yükümlüyüz. İhanet, yapılması hiçbir koşulda meşru görülemeyen ve hayal kırıklığına yol açan bir fiildir. Dolayısıyla ihanete uğrayan uygun bir zemin ve fırsat gözeterek kendisine yapılana ihanetle karşılık verme hakkına sahip değildir. İhanete karşı yapılması gereken, mesafenin konulması ve korunmasıdır. Bununla birlikte ilişkiler, asgari düzeye çekilerek Müslümanların birbirlerine olan hakları çerçevesinde yerine getirmesi gereken görevlerin yapılmasıdır. “Sana emanet bırakanın emânetini geri ver. Sana ihânet edene ihânet etme.” (Ebu Dâvud, Büyü: 81 (3534); Tirmizî, Büyü: 38, (1264)) Emaneti kendi malı gibi koruyan ve ilgili yerlere dağıtıp infak etmesi kendisinden istenen, yapılan infakın ecrinden, sadaka veren kadar mükâfat kazanır. Dolayısıyla sadaka ve zekât türünden dağıtımın yapılması hususunda bırakılan emanetlerin, istenilen yerlere verilmesi gerekir. Yoksa verilmesi gereken infakları sahiplenmiş olur ki, bunun sorumluluğunu ve hesabına vermek güçtür. “Emîn bir Müslüman mal muhafızı olsa ve vazîfesini dürüstlükle yapsa, şöyle ki, kendisine (sadaka vs. nevinden) emredileni gönül hoşluğuyla eksiksiz ve tam olarak yerine verse, sadakayı veren iki kişiden biri olur.” (Buhârî, Zekât: 25, Vekâlet: 16, İcâre: 1; Müslim, Zekât: 79 (1023); Ebu Dâvud, Zekât: 43, (1684); Nesâî, Zekât: 66, (5, 79-80)) |
335 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |