Yalan Söylemek -Kalpteki Siyah Nokta- Bayram Ali Çetinkaya Yalan söylemek, o kadar yaygınlaşan kötü bir haslet oldu ki, ticarette, okulda, pazarda, camide, hâsılı her yerde, nelere bedel olacağı hiç düşünülmeden ve günahından/vebalinden çekinilmeden yapılan sıradan bir hareket olarak karşılaşılmaktadır. Bilerek yalan söylemek ne kadar kötülendiyse, çocukları kandırmak için “beyaz” yalanlar söylenmesi bile Hz. Peygamber (s) tarafından yapılmaması istenmiştir. Abdullah İbnu Amir radıyallahu anh anlatıyor: “Bir gün, Resûlullah aleyhissalatu vesselam, evimizde otururken, annem beni çağırdı ve: ‘Hele bir gel sana ne vereceğim!’ dedi. Aleyhissalatu vesselam anneme: ‘Çocuğa ne vermek istemiştin?’ diye sordu. ‘Ona bir hurma vermek istemiştim’ deyince, Aleyhissalatu vesselam: ‘Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan, üzerine bir yalan yazılacak!’ buyurdular.” (Ebu Davud, Edeb 88, (4991)). Yalan söylememek konusunda, büyük İslâm mutasavvıfı Abdülkâdir-i Geylanî’nin başından geçen olay, bizlere ders veren mesajlarla yüklü dikkat çekici bir hadisedir. Abdülkâdir-i Geylanî, küçük yaşta Bağdat’a ilim tahsili için giderken, karşılaştığı olayı, kendisi şu şekilde anlatır: “Küçük idim, Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim. Bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. O anda bir ses işitti: “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın” dedi. Korktum geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip, “Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur, izin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı ziyâret edeyim” dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan mîrâs kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını da bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. “Haydi Allah selâmet versin oğlum. Allahü Teâlâ için senden ayrıldım. Kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem” dedi. Ben de, küçük bir kâfile ile Bağdat’a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkiya çıka geldi. Kâfilemizi bastılar. Kervanı soydular, içlerinden biri benim yanıma geldi. “Ey fakir! Senin hiçbir şeyin var mı?” dedi. Ben de yalan söylemek istemedim. “Kırk altınım var” dedim. “Nerededir?” dedi. “Elbisemin koltuğunun altında dikilmiştir” dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti, ikisi birden reîslerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kâfileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. “Altının var mı?” dedi. “Kırk altınım var” dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. “Neden bunu söyledin?” dediler. “Annem, ne olursa olsun doğru söylememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim, ihânet edemem” dedim. Eşkiyanın reisi, bunu duyunca ağlamaya başladı ve: “Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim söze ihânet ediyorum” dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, eşkiyalığı bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, “İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reîsimiz idin, şimdi tövbe etmekte de bizim reîsimiz ol” dediler. Sonra, hepsi elimde tövbe ettiler. Kâfileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa elimde tövbe edenler, bu altmış kişidir.” Yalan söylemek, kalbi karartan bir rezilettir. Güldürmek için bile yalan söylemekten kaçınmak gerekir. Nihayetinde şaka için söylenen yalanlar, başka yalanlara kapı aralar. Sevgili Peygamberimizin “yazıklar olsun” hitabına muhatap olmamak için, yalanın her türlüsünden uzak durmak gerekir. Çocuklara yalan söylemek onların gelecek hayatlarında derin yaralar bırakır. İmam Malik’e ulaştığına göre, İbnu Mes’ud radıyallahu anh şöyle demiştir: “Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde ‘yalancılar’ arasına kaydedilir.” (Muvatta, Kelam 18, (2, 990)). “Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söylerler! Yazık ona, yazık ona!” (Ebu Davud, Edeb 88, (4990); Tirmizi, Zühd 10, (2316)). Günlük hayatta karşılaşılan öyle olaylar vardır ki, yalan söylemek sıradan bir tavır halini almıştır. Dinî ve ilmî hassasiyeti olanlara dahi sirayet etmiş bu kötü vasıf, maalesef insanlar arasındaki ilişkilerde güven problemi yaratmaktadır. Sıra dışı hiçbir tepki vermeden, yüzü kızarmadan, utanmadan bilerek doğruyu ifade ediyormuş gibi, yalan söyleyenlerle karşılaşılmaktadır. Üzerine gidildiğinde, yalanın doğruluğu ispatlama konusundaki ısrarları, bulundukları halin, daha seviyesizleştiğinin farkında değilmiş gibi de davranış göstermeleri daha da hayrete muciptir. Dolayısıyla bu olumsuzluğun giderilmesi, daha küçükken aile bireylerinin davranış modlarında kendisini göstermektedir. Yalana ruhsat verilen yerler de vardır elbette. Hz. Peygamber (s), insanların pervanenin ateşe kendisini atması gibi, insanların yalan deryası içine kendilerini atmalarına bir anlama veremez. O, yalan söylemeye izin verilen yerleri belirterek başka yanlışlıkların yapılmasına müsaade etmez. İkazlarında ise, fert ve toplumun maslahatını düşünerek, cemiyet faydasını esas alır. Aile kurumunun sarsılmaması, gönül kırılmalarına sebep olunmasın diye erkeğin, hanımına yalan söylemesi de bunlardandır. Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, eşlerin birbirlerini aldatma, meşru olmayan nikâh dışı ilişkileri gibi İslâm’ın emir ve yasaklarını çiğneyen hususlarda yalana asla yer yoktur, olamaz da. Savaş halinde, harbi kazanmak amacıyla yalan söylenmesine izin verilmiştir. Bir de son olarak iki dargın Müslüman arasındaki soğukluk ve iletişimsizliği gidermek için hakikat dışı ifadelerde bulunabilir. Ancak bugün sık sık karşılaşılan bir durum ise, insanların arasını düzeltmek için değil de, birbirine düşürmek için gerçek olmayan sözler ve yalanlar söylenmektedir. Bunun sonuncunda gönüller yıkılmakta, kalpler kırılmaktadır. "Ey insanlar! Pervanenin ateşe atılması gibi sizi yalanın peşine düşmeye sevkeden şey nedir? Halbuki üç yer hariç yalanın her çeşidi ademoğluna haramdır: Bu üç yere gelince: -Erkeğin, rızasını sağlamak için hanımına yalanı, -Harpte söylenecek yalan. Çünkü harp bir hileden ibarettir. -İki müslümanın arasında sulhu sağlamak kasdıyla söylenen yalan." (Tirmizi, Birr, 26, 1940)). Sözün özü, bulunduğumuz yer neresi olursa olsun, hakikati ve hayrı önceleyerek çatışan ve kavgalı insanların aralarını düzeltmek için her türlü meşru çareye başvurmak İslâmî ve insanî bir görevdir. Toplum yararı olduğu için sulhu hedef alan bir takım ifadelerde bulunmak, yalan söylemek anlamı taşımayacaktır. Yeter ki, insanların birbirlerini doğru anlayabilsinler ve karşılıklı konuşabilsinler. “İki kişinin arasını düzelten, hayır söyleyip, hayır tebliğ eden kimse yalancı değildir.” (Buhari, Sulh 2; Müslim, Birr, 101, (2605); Ebu Davud, Edeb, 58, (4921); Tirmizi, Birr, 26, (1939)). Hz. İbrahim’in (a.s.) söylemek zorunda olduğu yalan (!), bu çerçeve bir örnek olarak sunmak yerinde olacaktır. Allah’ın Habibi’nin (s) ifadelerinden anlaşılacağı üzere, Hz. İbrahim’in (a.s.) karşı karşıya kaldığı zulümler, onun bunlardan kurtulmak için hanımı Sare’ye bir kurtuluş umudu için yalan söylemesini tembih etmesi sonucunu doğurmuştur. Sare’nin Firavun’un tasallatundan kurtuluşu, İbrahim Peygamber’in (a.s.) ona yaptığı içinde yalanı bulunduran tavsiyeleriyle gerçekleşmiştir. Nihayetinde en büyük yardımcı Allah Teâlâ olmuştur. “İbrahim aleyhisselam sadece üç yalan söylemiştir: Bunlardan ikisi Allah’ın zatıyla ilgili; biri ‘İnne sagimü’ sözüdür; diğeri de ‘Bel fegalehu kebiruhum haza’ sözüdür. Bir tanesi de zevce-i pakleri Sare Hatun hakkındadır. Hz. İbrahim zalim birinin diyarına (Mısır’a) beraberinde Sare de olduğu halde gelmişti. Sare güzel bir kadındı. Sare’ye: ‘Bu cebbar herif, bilirse ki sen karımsın, senin için bana galebe çalar. Eğer sana soracak olursa, kız kardeşim olduğunu söyle! Çünkü sen, zaten İslam yönünden kardeşimsin, din kardeşiyiz. Ben yeryüzünde senden ve benden başka bir müslüman bilmiyorum’ dedi. Bunlar zalim kralın memleketine girince, adamlarından biri bunları gördü. Hemen gidip: ‘Senin memleketine öyle güzel bir kadın girdi ki, sizden başkasının olması münasib değildir’ dedi. Kral derhal adamlar gönderip, Sare’yi yanına getirtti. Hz. İbrahim namaza durdu. Sare adamın yanına girince, kral (onu ayakta karşıladı, fakat) elini ona uzatamadı. Eli şiddetli şekilde tutuldu. Sare’ye: ‘Elimi salması için Allah’a dua et! Sana zarar vermeyeceğim!’ dedi. Sare de dediğini yaptı. Ama kral tekrar Sare’ye sataşmak istedi. Eli, öncekinden daha şiddetli tutulup kaldı. Sare’ye aynı şekilde ricada bulundu. O da kabul etti. (Adam normal hale dönünce tekrar) sataşmak istedi. Eli önceki iki seferden daha şiddetli şekilde tutuldu. Sare’ye yine: ‘Allah’a dua et, elimi salsın, sana zarar vermeyeceğim!’ diye rica etti. Sare dua etti, adamın elleri açıldı. Kral kadını getiren adamı çağırdı ve ona: ‘Sen bana insan değil bir şeytan getirmişsin. Bunu diyarımdan çıkar!’ dedi. Sare’ye, Hacer’i bağış olarak verdi. Sare yürüyerek geldi. İbrahim onu görünce: ‘Nasılsın, ne haber?’ dedi. Sare: ‘Hayır var! Allah cebbarın elini tuttu ve (bana) bir hadim verdi!’ dedi.” Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh der ki: “Ey sema suyunun oğulları! Bu kadın (Hacer) sizin annenizdir.” (Buhari, Enbiya 9, Büyü’ 100, Hibe 36, Nikah 12, İkrah 6; Müslim, Fezail 154, (2371); Ebu Davud, Talak 16, (2212); Tirmizi, Tefsir, Enbiya, (3165)). Hulasa, yalan, alışkanlık yapan bir zehir gibidir. “Bir defa yalan söylemekten bir şey çıkmaz” diye başlayan olumsuz davranışların nerede, ne zaman son bulacağını tahmin etmek mümkün değildir. Onun için münafıklığın özelliklerinden birisi olan yalandan, sahtesiyle, beyazıyla, şakasıyla da olsa şiddet kaçınmak gerekir. İnsanın mutluluğunu gerçekleştiren formülde yalan söylemeye yer yoktur. Hakikatin enfes güzelliği, yalanın çirkinlikleriyle ortaya çıkan birçok problemi çözmek için en nadide ilaçtır. |
292 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |