Âlimin ve ilim adamının (!) Hakikat şaşkınlığı Nübüvvet ve risâlet, Son Peygamber Hz. Muhammed’le (s) tamamlanmıştır. Ancak onun mirası ve bıraktığı müktesebat, ilim ehline nasip olmuştur. Zira “âlimler, peygamberlerin vârisleridir”. İlim Yolu Cennet Yoludur İlim yolu, Cennet yolu olarak tasavvur edilmiştir. İlim mertebesi, öyle yüksek bir derecedir ki, melekler âlimlerin önünde saygıyla kanatlarını yerlere serer.* Yer ve gök ehli, âlim için duaların en büyüğünü tekrarlar. Semadaki kamer gibi, ilim ehli de kendisine gelen nuranî ve ruhanî bilgi ve hikmet demetlerini, taliplilerine yansıtır ve onları şavkıyla aydınlatır. Allah’ın kutlu elçilerinin mirasçıları olan âlimler, insanları ve toplumları, karanlığın ve cehaletin kesifliğinden ilim ve irfanın nurlu aydınlığına taşır. Hz. Peygamber’in (s) ilim ve Cennet’i yan yana getiren ifadeleri ne güzeldir: “Cenâb-ı Allah, ilim tahsil etmek maksadıyla yola çıkan kimseyi sonu Cennet’e ulaşan yollardan birine dâhil eder. Melekler, ilim tâlibinden öyle memnun olurlar ki, onun önünde kanatlarını yerlere sererler. Yerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve hatta denizlerdeki balıklar âlim için istiğfar eder, Allah’tan rahmet dilerler. Âlimin âbide üstünlüğü dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Şüphesiz, âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakmışlardır, onların mirası ilimdir. O ilimden nasibini alan insan, büyük bir bereket ve hayır kaynağına ulaşmış olur.” (Ebu Davud, İlm, 1; Tirmizi, İlm 19; İbnu Mace, Mukaddime 17) Âlimler Vahdaniyete Şahitlik Ederler Âlimler ki, vahdaniyete (tek ilahlığa), Hakk ve meleklerle birlikte şahitlik ederler. (Âl-i İmrân, 18). İlim ehli aynı zamanda, iman edenlerle birlikte mertebeleri yükseltilen bir “seçkinler topluluğudur.” Bu yüksek dereceler, onlara bir kutsiyet atfedilmesi için değildir. Bilakis bu makamlar Hakk Teâlâ’nın bahşettiği ilmin yüzü suyu hürmetine nâil olunan ilahî ayrıcalıklardır. Bu kutsî imtiyazlar, sanılanın aksine, daha büyük sorumlulukları beraberinde getirir. Hakikati bilmenin mesuliyeti, câhilin bilgisizliğinin sorumluluğundan daha ağır ve netamelidir. Dolayısıyla âlimler, “içleri titreyerek” korkan kullardır: “...Allah'ın kulları arasında ondan en çok korkan âlimlerdir.” (Fâtır, 28) İlim, Alîm’in (Her Şeyi Bilen) Bilgisi’nden nasiplenmeyi gerektirir. Dolayısıyla Allah’ın ilmi, âlimi besler ve donatır. Âlim, bilginin “babası” değildir. Çünkü salt bilgi, insanı, -ilâhî ifadeyle- “kitap yüklü merkepler” derekesine düşürür. İlim, amel ile kıvama erer, hakikatin perdelerini aralar, aşkınlığın lezzetinden tat alır. Ameli işaret eden ilim, hakikatin rotasını belirlemiştir. Nihayetinde “hiç bilenlerle bilmeyenler bir” ve aynı olur mu? (Zümer, 9). “Bilmiyorsanız ilim erbâbına sorunuz. “ (Nahl, 43) İlimden nasipsiz olan câhiller, dünya hayatının servetlerine ve hazlarına tâlip olurlar, kendilerine ilim verilenler ise, iman edip hayırlı, salih amellerin peşine düşerler. İstikamete uluşmak belki zordur ama imkânsız değildir. İlim yolunun en büyük silahı ve gücü, sabırlı ve istikrarlı olmaktır. Âlimler İlim Bahçelerinin Balarılarıdır İlim bahçeleri, âlimlerin mekânıdır. Âlimler, o bahçenin balarılarıdır. Nihayetinde hikmetli ve bereketli ürünler, onların lisanında/kelamında söylenmeyi ve kaleminden yazılmayı beklemektedir. Âlim, kendisine bahşedilen akıl nimetiyle, bütün ihsanların farkına varır. İlim tahsili ve talebe yetiştirmekle bu nimetlerin borcunu ödemektedir. Âlimler, aynı zamanda âkildirler, âriftirler. Onlar, öğrendikleri bilgilerle tevekkül ederek, Allah’ın vekâletinde bilmediklerini de öğrenirler. İnce Anlayışlı Âlim Yaratan, “kulu için hayır dilediğinde onu dinde Allah’tan korkan, dikkatli ve ince anlayışlı, ayrıntılı bir şekilde bilen âlim” yapar. O, ilim erbabını, bunların yanında doğru istikamete götürecek akıl ve idrakle mukavemetli kılar. Derin bilgi sahibi âlim ve güzel ahlâklı insanda nifaktan söz edilmez. Fitne ve iftira, âlimlikle bağdaşmaz. İnsanların en erdemlisi olan âlim, kendisine ihtiyaç duyulduğunda yardıma koşandır. Zâlim ve güçlü karşısında hakikati söylediğinde, etrafında onu destekleyecek kimse olmasa bile, hakikî âlim ilmiyle vakarlı bir tavır takınır. Hırs, şehvet ve inadı, onu yoldan çıkarmaz, şeytanın vesvesesinin ve nefsani hazların kurbanı olmaz. Benliğini kutsayan nefsi, onu aldatmaz. “Uyarıcı ve Kurtarıcılığın Kendisinde Birleştiği” (!) Sözde İlim Erbabı Sözde ilim erbabı, cehaletin gücüyle enaniyetin onu şımartmasıyla kendisini yarı-tanrı zanneder. Zanneder ki, bilgi, onunla kemâle erer. İnsanlığın kurtuluşunu kendisinde vehmeden bir “mesih”/kurtarıcıya dönüşür. Uyarıcı ve kurtarıcılık, onda birleşmiş, hakikat onda tecessüm etmiştir. Bilmez ki, Hatemü’l-Enbiya’nın (s) dediği gibi, “iman çıplaktır; onun örtüsü takva, süsü hayâ ve meyvesi ilimdir.” (Ebu Derda) İnsanların arasında nübüvvet makamına en yakın olanlar, ilim erbabı ve Allah yolunda çalışan ve savaşanlardır (cihad ehli). İlim ehli, insanlığı, peygamberlerin getirdiği ilahî ilke ve düzene yönlendirir. Cihad ehli olanlar ise, bu ilahî nizamı silahlarıyla muhafaza etmek için tüm varlıklarıyla mücadele ederler. (Ebu Nuaym) Âlimlerin Efendisi”nin Dilinde İlim Ehli Hz. Peygamber (s) âlimleri anlatırken, onların vasıflarını da birer birer ifade eder: Bir kabilenin ölümü, bir âlimin ölümünden ehvendir. İlim yolunda derin görüş sahibi olanlar, farklı değerler taşıyan madenler içinde altın ve gümüş gibi olanlardır. Her dönemde değerlerinden hiçbir şey kaybetmezler. O âlimler ki, Ceza Günü’nde yazdıkları eserlerin mürekkebiyle tartılırlar, tıpkı şehitlerin kanlarıyla tartıldığı gibi. Dininde bilgi sahibi olan âlim, Hafız’ın (Koruyan ve Muhafaza Eden) koruması altındadır. Zorluk anlarında ilim erbabı, Hakk’ı yanında bulur, onu rızıklandırır. Bundan dolayı âlim, Yaratan’ın yeryüzündeki emin kuludur. Âlimler ve yöneticiler, fesada düşerse toplum çöker, ancak onlar ıslah olurlarsa, insanlık kurtulur. Gerçeği haykırdığını zannederek, cemiyeti felakete ve fitneye sürüklemek, ilim adamının hayat kitabında yazmaz. İlim adamı, Rahman’ın rızasını alarak akıl ve erdemin muhafazasına sığınan hakikat insanıdır. Âbid olan kul, âlim olan kulun ilmine ve ferasetine muhtaçtır. İbadetini, ilmin işaretinden mahrum bir şekilde yapan kimse, ubudiyetin (kulluğun) nefasetinden habersizdir. O âlimler ki, ilimle en büyük şerefi kazanmışlardır. Zira rütbelerin en yükseği, ilim mertebesidir. Onlar peygamberler ve şehitlerle, Hakk’ın kendilerine verdiği ilahî imtiyaz ve ayrıcalıklarla öte dünyanın şereflilerinden olacaklardır. Sahte Âlimler Şeytanın Aldatmalarına Namzettir Sahte âlimler, şeytanın aldatmalarına namzettirler. Dinin temeli olan ilimle mücehhez olan âlimler, aldatmaktan ve aldatılmaktan uzaktır. Çünkü onlar, hakikatin hür ve özgür sedasıdır. O ilim adamları ki, zalim ve despot yöneticiler karşısında bile, hakikatin sözcülüğünü yapmaktan çekinmezler. Bilirler ki, zâlim yöneticinin karşısına gerçeği haykırmak, âlimlik makamının izzetindendir. Hakikat Peygamberi’nin (s) hikmetli sözleri, sözde ve sahte âlimleri ne güzel anlatır: “Şüphesiz Allah, ilmi insanların ellerinden çekerek almaz, ilmi, âlimleri almakla alır. Âlimlerden kimse kalmayınca, insanlar câhil başkanlar edinirler, onlara sorarlar, onlar da fetva verirler, hem kendileri saparlar, hem de onları saptırırlar.” (Buhari) Şu halde ilim, Allah için yapılır. İlim adamı, çıkar ve menfaati için ilimle uğraşmaz. O, Karun gibi, “bilgisinin kendinden olduğu” vehmine ve gururuna kapılmaz. Nam ve şöhret için ilim tarlasında hikmet aramaz. Başkaları ilmine ve ilminden dolayı kendisine hürmet göstersin diye ilim tahsilinde bulunmaz ve böyle faydasız hazza tâlip olmaz. İlmi, zenginleşmek ve varlık sahibi olmak için araçsallaştırmaz. Bununla birlikte zengin olmak için ilmi terk etmez. Gerçek Âlim Kur’ân’a ve Sahih Sünnete Tâbi Olandır Gerçek âlim ve ilim adamı, Âlemlerin Rabb’inin indirdiği Kur’ân’a ve O’nun gönderdiği Peygamber’in (s) sahih sünnetine tâbi olandır. Bu itaat, onu mütevazı olmaya sevk eder. O âlim ki, “bilmediğini bilmenin” basiretiyle hareket eder. Öğrendikçe, cehaletinin farkına varır. Zira Her Şeyi Bilen (Alîm), bilginin “çok azını” âlime ikram etmiştir. Hakikî âlim, Yaratan’ın kendisine bütün bilgileri bahşetmediğinin farkında olandır. Yunus’un ifadesiyle; İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır Hakikî âlim, bildikleriyle övünmez; bilmediklerinden dolayı ıstırap çeker, içi sıkılır, pişmanlık duyar. Bundan dolayı ilim adamı, riya ve gösterişin vasıtası ol(a)maz. Âlim: Sorumluluğu Hisseden Âkil İnsandır Âlim, insan ve toplumun sorumluluğunu en çok hisseden âkil kimsedir. “Âlimler yeryüzünü aydınlatan/ışıtan kandillerdir”. Dolayısıyla kandiller sönerse veya yakıtları biterse, âlem karanlığa ve zillete düşer. Nitekim “ilim erbabının ölmesi, âlemin felaketlerle” karşılaşmasına sebep olur. “Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük zararlara neden olur”. Bir bölgeyi veya coğrafyayı, ilim ve âlim terk ederse, o bölge hakikat ve hikmet rahmetinden mahrum kalır, kuraklaşır ve çölleşir; nihayetinde zulmet ve inkârın hâkimiyetine girer. Gerçek ilim adamları, ikaz ve nasihatlerle insanı ve toplumu dinamik tutan hakikat erenleridir. Onlar devraldıkları peygamberî mirası, insanlığın kurtuluşu/geleceği için ilahî ve nebevî istikamet üzere yaşayan ve yaşatanlardır. |
727 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |