Babaannem’in Sandığı-7
Babaannemin, biz çocuklar için en önemli eşyası, sandığıydı. Aslında iki tane sandığı vardı. Birisinde giyim, çeyiz ve hac eşyaları bulunmaktaydı. Diğerinde ise, açıldığında hoş bir rayiha, güzel bir koku yayan sandığıydı. (Bazen güzel koksun diye avya konulduğu da olurmuş) Bu sandık nispeten diğerine nazaran daha büyük idi. Sandığın bir kilidi bulunmaktaydı. Sandık, Babaannem’in özel alanıydı, bundan dolayı da sürekli kilitli olurdu. Kilidinin anahtarına el örme bir ip bağlıydı. Anahtarın ipi ise, Babaannemin kuşağına bağlı bir şekilde emin bir yerde dururdu. Bazen bu ahşap sandığın kilidini açamayınca, muzur olan çocuklar veya akrabalar menteşenin vidalarını çıkararak içindeki fındık, fıstık, şeker, lokum, bisküvi, leblebi, keçiboynuzu gibi, orada ne varsa artık onu yürütmeye çalışırlar. Bu sandığın anahtarının özel örme bir iple bağlı olduğunu söyledik. O zamanlar, heybeler, un çuvalları pazubent denilen özel iplerle örülü olarak yapılırdı. Yün çorapları, eldivenler dönemin önemli el örgüleri, el sanatları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahşap olan bu sandık, ceviz ağacı rengindeydi. İçindekilerini, çoğunlukla Dedem’in Konya’dan getirdiği malzemeler, daha doğrusu kuru yemişler oluştururdu. Babamın anlattığına göre, bir defasında Dedem, Konya’dan bir balya (dört beş çuval büyüklüğündeki çuval) yer fıstığı getirir. Yine onun Tekel’den bir çuval kahve ve bir çuval çaya aldığına şahit olur çocukları. Çekilmiş kahve kalmadığı zamanlarda, kahve çekirdekleri kavrulur. Yeşil renkli kahve çekirdekleri siyah renge dönünceye kadar bu işlem devam eder. Akabinde hacdan getirilen silindir şeklindeki kahve değirmenine konulur. Kahve öğütme işi, genellikle akşam saatlerinde yapılır. Bunun bir nedeni de belki, akşam herkes oturma odasında bulunmasından kaynaklanmaktaydı. Yetişkinler, gençler ve biz çocuklar, sırayla kahve değirmenin siyah sert demirden olan kolunu çevirerek kahve öğütme işini gerçekleştirirdi. Değirmende çekilmiş kahve, tüketilmek üzere cam kavanozları konulurdu. Aslında tüm bunlar, Dedem’in akrabaları, ahbapları, arkadaşları, dostları, kısacası eve gelen misafirlere ikram için yapılırdı. Tabii bütün bunlar daha çok gelen misafirlere ve komşulara ikram edilmek amacıyla satın alınır. Ancak Konya'ya her gittiğinde, Dedem mutlaka üzüm, fıstık, helva gibi yiyecekler getirir. Bunların bir kısmı, o sandıkta saklanır. Sandığın anahtarı herkese verilmez, Babaannemde dururdu. O olmadığı zamanlarda gelini annem Elife ona sahiplik yapardı. Başkası da zaten düşünülemezdi. On iki kişinin yaşadığı bir ailede, düzen ve intizamın olması gayet doğaldı. Aksi taktirde ihtiyaç ve tüketim dengesinin yitirilmesi söz konusu olurdu. Babam, annem, ben ve iki kardeşim, Dedem, Babaannem, dört amcam ve halam birlikte büyük odaları olan bir evde kalmaktaydık. Alınan malzemeler, kiloyla alınmaz, büyük kutular ve çuvalla, daha doğrusu toptan alınırdı. Aslında eski dönemin alışkanlığı böyleydi. Babaannem ve annem, bu malzemeleri, güzel, enfes kokan yemeklere dönüştürürler. Sevgi ve muhabbetle pişirilen yemekler, geniş sininin etrafında lezzetli ve doyumsuz anları bizlere yaşatırdı. Yazları ise, okulların tatile girmesiyle birlikte, yaylada geçirilecek yaklaşık dört aylık bir zaman dilimi başlardı. Yaylalarda katıklar toplanır, bostanlar ekilir, tarlaların hasatları gerçekleşirdi. Evle ilgili bütün kısımlarında Babaannem, otoriter, dirayetli ve planlı bir şekilde sevk ve idare ederdi. Yaylada, market ve bakkal olmadığı için, tabiri caizse mobil bakkallar, yani çerçiler gelirdi. At arabasıyla, genellik tek atlı olan bu yürüyen gezici marketlerde/dükkanlarda naylon leğenden tutun da kırık leblebi, keçiboynuzu, şeker, lokum, bisküvi gibi şeyler bulunmaktaydı. Çerçiler, takas usulü çalışırdı. Buğday yığının altında kalan, toprakla karışmış olan badas karşılığında ihtiyaçlar giderilirdi. Veya Babaannem’in topladığı yumurtalar karşılığında bazı ihtiyaçlar alınırdı. Ama at arabalı çerçilerin gelişi, en çok biz çocukları sevindirirdi. Bu gezici bakkallar, Isparta’nın Şarkikaraağac’ından çıkıp gelirler. Onlarca kilometre öteden at arabalarıyla gelirlerdi. Çerçilerde, iki türlü pazarlık vardı. Birincisi; iki birim/kefe buğday, bir kefe çerez şeklindeydi. İkinci takas ise, ‘barabar’; yani bir kefe buğday, bir kefe meyve şeklinde olmaktaydı. Takas usulü, erkekler yaylada olduğu zamanlarda gerçekleşmezdi. Zira onlar ödemeyi parayla yaparlardı. |
1029 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |