İslam siyaset filozofu Fârâbî için, her şehrin, erdemli şehir olma diye bir zorunluluğu yoktur. Nitekim, erdemli/mükemmel şehre zıt olan şehirler de bulunmaktadır. Bu şehirler şunlardır: Câhil şehir, bozuk (fâsık) şehir, karakteri değişmiş (mübeddele) şehir, doğru yolu bulamamış, yanlışlık içinde olan (dâlle) şehir. Bu değişik şehirlerin halkı da erdemli şehre zıttır.
Cahil şehirde yaşayan erdemli insan, oraya ait değildir, ‘yabancı’ olarak kalır. Cahil şehirde yaşayan birisinin erdemli şehirde yaşaması da böyledir. Onun için cahil şehirde yaşamak zorunda kalan erdemli insanın, erdemli şehre taşınması gereklidir.
En yüksek mutluluğun kazanıldığı erdemli şehirlerdeki halk, nebevî ruhun ve hikmet ışığının gölgesinde yaşar. Böylece ahlâkî vasıflarla süslenip geçici ve fani hazlardan uzak kalır. Şehvet ve hazların yaygın olduğu cahil şehirler, erdemli insanlar için birer hapishanedir. Dolayısıyla onların ruh ve beden özgürlükleri, ancak erdemli şehirlerde gerçekleşir.
Erdemli şehirde yaşayanlar arasında ortak a(o)lanların (güven, servet, şeref, rütbe) eşit şekilde dağıtılması adaletin gereğidir. Bunu koruyacak kanun ve düzenlemelerin olması gerekir. Ortak alanların dağıtılmasında eşitliği bozacak şekilde sınırların aşılması adaletsizliği ve dolayısıyla mutsuzluğu getirecektir. Hazineden herkesin eşit şekilde pay alması, âdil erdemli bir yönetimin mutlak özelliklerindendir.
Şehir halkından birinin iyi şeylerden kendisine düşen kısmı, onun mülkiyetinden iki şekilde çıkar: Ya kişinin o malı kendi iradesiyle satması, bağışlaması ve değiştirmesi ile, ya da isteği dışında soyulma ve gasp edilmesiyle. Her iki durumda da şehir halkının sahip olduğu iyi şeylerin muhafaza edilmesini sağlayan tedbirlerin alınması gerekmektedir. Bu olmadığı takdirde, elinden malı alınan kişiye, alıkonan eşyanın aynısı veya bir başka cinsten değer bakımından ona eşit miktarının iade edilmesi, adaleti sağlayacaktır.
Fârâbî’nin mülkiyetin korunması ve muhafazası ile ilgili bu sözleri, Hz. Peygamber’in (s), nübüvvetten önce, katıldığı ve üyesi olduğu Hılfu’l-Fudûl (Faziletlilerin Yemini) isimli cemiyetini hatırlatmaktadır. Bu cemiyet haksızlığa uğrayan yerli ve yabancı kişilerin haklarını arayan ve koruyan can ve mal güvenliğinin sağlanması, zayıf ve güçsüzlerin korunması, zulmün önlenmesi gibi amaçlarla, toplumda sözü geçen, saygın ve iyi niyetli kişilerin önderliğinde kurulmuş bir dernek hüviyetindeydi. Nitekim Hz. Peygamber (s), İslâm’ın gelmesinden sonra da böyle bir cemiyet olsa, tekrar ona katılacağını ifade etmiştir. Bu cemiyet, Mekke’de ticarî ve başka alanlarda zulme uğramış mazlumların haklarını geri alarak ve sahibine teslim ederek önemli görevler üstlenmiştir.
Filozofumuz, bu noktada ‘adalet nedir?’ sorusunun cevabını aramaktadır. Ona göre adalet “paylaştırılmış olan iyi şeylerin, şehir halkı için korunmuş olarak bâki kalmasını sağlayan şeydir.” Bunun karşısında adaletsizlik ise: “Bir insanın iyi şeylerdeki payının, ya bizzat o kişiye, ya da şehir halkına onun (kıymetçe eşit olan) bir bedeli iade edilmeksizin elinden çıkarılmasıdır.”
Yaptırımlar ve cezalarda, her adaletsizlik, suça uygun bir şekilde misli ile karşılık bulmalıdır. Adaletsizliğe eşit bir ceza ile karşılık verildiğinde adalet gerçekleşir. Aksi takdirde zulüm ortaya çıkar. Şehir halkının aleyhinde bir karar verildiğinde, o zaman da o topluluğa yönelik bir adaletsizlik meydana gelir. Adaletsizlik fert ve şehir halkına yönelik olabilir.
Adaleti engelleyenlere karşı ceza vermek, düzenin sağlanması için bir gerekliliktir. Hatta kendisine zulüm yapılan kişi bağışlasa da, suç şehir halkına karşı yapıldığı takdirde, haksızlığa uğrayanın affetmesi bir anlam ifade etmez. Çünkü suç topluma/cemiyete karşı işlenmiştir.
Erdemli şehrin merkezinde, adalet bulunmaktadır. Yani şehir halkının ortak olduklarının -güven, servet, şeref, rütbe, mevki, makam- eşitliği bozacak şekilde paylaştırılması, adaletsizliği doğurur. Ayrıca eşit şekilde paylaştırılan -mülk edinme de dâhil- iyi şeylerin, sahiplerinin elinde kalması için devletin koruma/güvencesi bulunmalıdır.
Aksi takdirde adaletsizlik ortaya çıkar. O da zulmü getirir. Adaleti engelleyenler olabilir, onlar için de ceza vermek, düzenin sağlanması için bir zorunluluktur.