Cumhurbaşkanlığı Himayalerinde TSV 2023 Projesi Değerler İnşası Hazırlık Çalıştayı (Taslak Raporu) Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 | Değerler İnşası MEDENİYET İNŞASI TÜRKİYE VİZYONU HAZIRLIK ÇALIŞTAYI SONUÇ RAPORU (TASLAK) TASAM’ın T.C. Cumhurbaşkanlığı himayelerinde 7 yıl önce başlattığı “Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023” Projesi’nde, tamamlanan “Makro” süreç ve devam eden “Stratejik Lokomotif Sektörler” çalışmaları ile “Değerler İnşası” olarak tanımlanan son aşamaya ulaşılmıştır. “Referans Değerler, kurumlar ve Kişiler” ana teması altında sürdürülecek çalışmaların ilki olan Medeniyet İnşası Türkiye Vizyonu Hazırlık Çalıştayı 14 Mart 2014’te İstanbul’da Ortaköy Princess Hotel’de yapıcı ve samimi bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Toplantı’da; “Medeniyetler ve Medeniyetler Arası Etkileşim”, “Referans Değerler”, “Referans Kurumlar”, Referans Kişilikler”, “Marka Şehirler”, “Marka Şirketler - Üretim Modelleri”, “Eleştirel Düşünce Dinamikleri/Kurumları”, “Sanat ve Estetik” ile “Kültür Diplomasisi ve Turizm: Ürünler Modeller ve Yeni Stratejiler” konuları üzerinde durulmuştur. Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Rahmi Karakuş’un moderatörlüğünü üstlendiği Hazırlık Çalıştayı’nın katılımcıları; Prof. Dr. Metin Boşnak, Dr. Emek Üşenmez, Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu, Prof. Dr. Saffet Köse, Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul Bölge Müdürü İbrahim Özekinci, Prof. Dr. Türkay Dereli, Dr. Alev Erkilet, Prof. Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr. Ergün Yıldırım, Dr. Kemal Kaya, Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Aykut, Doç. Dr. Haşim Şahin, Eğitimci-Sosyolog İsmail Öz, Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya, Yazar Lütfi Bergen, Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat, Merkez Valisi Nuri Okutan, Eğitimci Murat Karasoy, Doç. Dr. Mehmet Ali Gülpınar, Mimar Gülten Kapıcıoğlu, Dr. Metin Eriş, Prof. Dr. Ahmet Şinasi İşler, Doç. Dr. Yusuf Adıgüzel, Medeniyet ve Kültür Araştırmaları Merkezi Başkanı Serhat Buhari Baytekin, Prof. Dr. Erişah Arıcan, Doç. Dr. Sedat Aybar, Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 Akil Kişiler Kurulu Üyesi Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu, TASAM Başkanı Süleyman Şensoy, TASAM Yönetim Kurulu Üyesi İhsan Toy, TASAM Uzmanı Reyyan Doğan ve Uzman Yardımcısı Ahmet İşcan olmuştur. TASAM Başkanı Süleyman Şensoy’un açılış konuşmasını yaptığı Toplantı’da; Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 için 2005-2006 yılarında kurulan 18 temas sonucunda Otoritelerin tensip ve katkılarının alındığı, 2008’de başlatılan Proje’nin 2011 Genel Seçimleri ile birlikte hem Hükümet hem Muhalefet tarafından sahiplenildiği ve konunun artık bir Devlet ve Ülke Politikası haline geldiği ifade edilmiştir. İlk aşamada 4 yıl boyunca devlet ve millet olmanın temel parametreleriyle ilgili 6 makro tema üzerinde yol alınıp iki kez Makro Belge yayınlandığı, ikinci aşamada 2011’den itibaren Türkiye’yi bu makro öngörülere taşıyacak 10 stratejik lokomotif sektör üzerinde çeşitli sivil ve resmî kurumlar ile başlanan çalışmaların halen sürdürüldüğü dile getirilmiştir. Proje’nin son aşaması olan Değerler İnşası sürecinde “Referans Değerler, Kurumlar ve Kişiler” ana teması altındaki “Medeniyet İnşası Türkiye Vizyonu” çalışmalarının bu hazırlık çalıştayı ile başladığı belirtilmiştir. Sivil ve resmî kurum ile şehir, sektör ve medya temsilcilerinin katıldığı interaktif bir ortamda gerçekleştirilen Çalıştay’da öngörülen konular, programa uygun olarak tüm yönleri ile ele alınmıştır. Toplantı sırasında ortaya konan görüşler aşağıda özet olarak sunulmaktadır. Proje’nin gerek “Stratejik Lokomotif Sektörler” gerekse “Değerler İnşası” çalışmalarında aynı temel anlayış söz konusudur. Ülkemizin makro öngörüler üretme veya bir takım jenerik kalıplar geliştirme konusunda çok başarılı olmasına rağmen içeriğini inşa etme noktasında kurumsal altyapısının çok güçlü olmadığı görülmektedir. Ekonomiden örnek vermek gerekirse; Türkiye’nin 2023 için 500 milyar dolarlık bir ihracat hedefi vardır. Mevcut üretim dengesi içinde Türkiye’nin 500 milyar dolar ihracat yapabilmesi için 850 milyar dolar ithalat yapması gerekir. Aradaki farkı bir yıl bile finanse etmesi teknik olarak mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin daha çok katma değer üretecek bir sektörel dönüşüme ve insan kaynağı dönüşümüne ihtiyacı vardır. Mesela bizim ihracat kârlılığımız ortalama %4, turizm kârlılığımız %7’dir. Bu ikisi dışında - bir takım istisnalar hariç - bir döviz gelirimiz ise yoktur. Dolayısıyla, tüketim noktasında da Türkiye tüm seçeneklerini kullandığı için gelinen noktada mutlaka büyük bir dönüşüme ihtiyaç vardır. İnsan kaynağı dönüştürülecek, gelişen insan kaynağı teknolojiyi dönüştürecek ve daha yüksek katma değerli ürün üretimine geçilecektir. Bu, Türkiye’nin önündeki en önemli zihinsel eşiktir. Ayrıca, insani gelişmişlik endeksinde 90. sırada olan bir ülkenin, ilk 10 ekonomi arasına girmesinin ne kadar mümkün olacağı ve olsa bile bunun ne kadar anlamlı olacağı da değerlendirilmelidir. Aslında Değerler İnşası’ndaki endişeler de benzer endişelerden yola çıkmaktadır. Yani Türkiye, belli bir refaha talip olmuş, belli bir kısmını da başarmıştır. “Bölgesel güç - küresel aktör” olmak gibi söylemler kullanılmaktadır. Türkiye’nin, talip olduğu bu gücü ve refahı nasıl bir toplumsal altyapıyla yöneteceği sorgulanmalıdır. Son birkaç yılda hazırlıksız yakalanılan durumların benzerleri üst üste gelirse, ne tür sosyal sorunlara yol açabilir? Ne tür demografik sorunlara yol açabilir? Bir bölgesel gücün hem kendi iç kamuoyuna, hem de dünyaya ve bölgesine verebileceği etik değerler nelerdir, kurumsal temsiliyet ne olmalıdır, kendisini nasıl temsil etmelidir? Tarihten gelen birtakım referans değerleri, kurumları, kişileri bugün nasıl yorumlamalıdır, nasıl temsil etmelidir? Bunları hangi kurumlar temsil etmelidir? İşte tüm bu soruların cevaplarını arayış süreci, Proje’nin 3. aşamasını oluşturmaktadır. İnsani gelişmişlikte öncü, markalaşmış şehirleri, şirketleri olan, güç ve adalete dayanan, yani meşru yoldan ulaşılan güce ve bu gücün adaletle tasarrufuna dayanan yönetim modelini güçlendiren, dolayısıyla yeniden cazibe merkezi olabilecek bir Türkiye inşa edebilir miyiz? O zaman bütün dünyadaki insanların dâhil olacağı bir ifade ile; “ben Türkiye’de yaşamak istiyorum” diyecekleri bir sosyal, siyasal hayat alanı inşa edebilir miyiz? Elbette bu proje tek başına sihirli değnek değildir ama mümkün olan çaba ile hem Anadolu’da yapılacak çalışmalarda, hem uluslararası nitelikte yapılacak çalışmalarda tüm paydaşların katkıları ve yol göstermesi sonucu önemli mesafeler kat edilebilecektir. Eleştirel düşünce kapasitesinin, kurumsallaşmasının hızlandırılması ve güçlendirilmesi ise altı çizilmesi gereken diğer bir husustur. Türkiye zaten gelenek itibariyle özellikle yakın tarih açısından eleştirel düşünce kapasitesi çok güçlü bir ülke değildir. Ama son yıllardaki birtakım ideolojik kamplaşmalar ve farklı sebepler bu eleştirel düşünce sistematiğini daha da zayıflatmıştır. Eleştirel düşünce yeteneği zayıf olan ülkelerin ise önleri kapalıdır. Yani ne kamu yönetimi, ne özel sektör, ne medya, ne sivil toplum kendini yenileyebilir. Yaklaşımlar yüzeyselleştikçe, Ülke de birtakım olası krizlere yakın demektir. Proje’nin; Türkiye’de bu eleştirel düşünce görevini düşünce kuruluşlarının mı, üniversitelerin mi, sivil toplumun mu yoksa hepsinin mi üstleneceği, bunu nasıl bir derinlikle yapacağı gibi tartışmalara da katkı sunması beklenmektedir: Zira büyük devlet, büyük toplum olmanın yolu; aktörlerin birbirine karşı olumlu anlamda rekabet ettiği ve onurlu bir şekilde karşılıklı sınırlarını koruduğu bir formülden geçmektedir. Bu bağlamda; “sivil toplum - sivil toplum” gibi, “medya - medya” gibi, “kamu yönetimi - kamu yönetimi” gibi olmalıdır. “Kamu yönetimi içindeki dengelerde de” onurlu bir rekabet ortamının olduğu güçlü bir derinleşme gerekmektedir. Aksi takdirde herkesin aynı şeyi söylemeye başladığı bir ortamda yapısal krizler yakın demektir. Ancak bu sürecin - tabiri caizse farklılıklar adına anarşi olmaması için - niteliği ve derinliği olan bir konseptle yönetilmesi elzemdir. Proje’nin bu anlamda Türkiye’nin eleştirel düşünce inşasına katkı sunması ve birtakım öneriler getirmesi de öngörülmektedir. … Öncelikle “uygarlık” ve “medeniyet” kavramları birbirinden ayrılmalıdır. Uygarlık medeniyet değildir, adalet medeniyet değildir. “Medeniyet” kelimesi “medine” kökünden gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’deki bir kıssada Allah, Mısır’a geri dönen Musa (as) Peygamber’e “şehirde evler edin” demektedir. Hem burada hem de Yasin suresinde “şehirden koşarak bir adam geldi” mealindeki ayette “şehir” için kullanılan kelime “medineti”dir. Firavun “benim şehrimde bozgunculuk mu çıkarıyorsun?” derken geçen ifade ise “karia”dır. Fıkıhla yaşayan bir toplumun sakinlerinden birinin koşarak geldiği şehir hakkında Allah “medineti” kelimesini kullanıyor. Dolayısıyla ilk hareket noktası olarak, Farabi’nin “Medinetül Fazıla” kavramsalına da tabi olarak “İslam Şehirleri” diye bir kavram olduğu üzerinde durulabilir. “Şehir” kavramı “Medine” ile ortaya çıkmıştır. Elmalılı Hamdi’nin şehir kavramı tanımı “Cuma Namazı kılınan yer” olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bazı İslam kaynaklarında da bir yerin şehir kabul edilmesi için orada mutlaka ticaretle uğraşılması gerektiği ifade edilmektedir. Hz Peygamber (sav) Mekke’de Kâbe olmasına rağmen kenti terketmiştir. Mekke’nin o hâlinin kent olduğu değerlendirilebilir. Zira Allah Mekke için “Ümmül Kura” ismini vermiştir. Fakat Yesrib’e de “Medine” ismi verilmiştir. Hz. Peygamber (sav) Yesrib’e gelerek oradaki pazarı gördüğünde “bu Müslüman pazarı olamaz” demiş, ardından geniş arazili başka bir alana geçildiğinde ise “işte Müslümanların pazarı budur” buyurmuştur. Burada insanların mallarını satışa arz ettiği alabildiğine geniş bir pazar kurulmuştur. Osmanlılar fetihlerle Anadolu’yu düzenlemeye başladıklarında yörede bulunan eşrafın Osman Bey’den “pazar vergisi” istemesi üzerine bir tartışma yaşanmıştır. Osmanlı, kendisinin olmayan malların vergisini nasıl alacağını sorunca eşraf, törelerinin böyle olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Osman Bey; “O halde mal getirenden vergi alınmayacak, fakat satış olursa vergi alınacak” demiştir. Bu örnek; İslam şehirlerinin genel karakterinde bir pazar olayı olduğunu düşündürmektedir. Cuma suresinde “Namaza çağırıldığınız zaman alışverişi bırakın, namaza koşun” denirken “namazın kılınmasının hemen akabinde rızkınızı aramak için yeryüzüne dağılın” şeklinde de bir beyan mevcuttur. Buradan İslam’ın iktisadi bir din olduğu da anlaşılmaktadır. Yani iktisatsız bir İslam düşüncesi söz konusu değildir. Bu genel olarak Anadolu’da bir kimlik belirleme veya oluşturma şeklinde değerlendirilmemiş, tamamen iktisadi alan üzerindeki hak dağılımıyla ilgili bir husus olarak görülmüştür. Selçuklular da Anadolu’ya geldiklerinde “tımar”da kalmak kaydıyla gayrimüslimlere 5 sene vergi vermeyeceklerini beyan etmiştir. Bu “tımar” sistemi Anadolu’da yeni bir iktisadi oluşumu hazırlamıştır. Yani kimlik siyasetiyle değil, iktisat üzerinden bir insan tasavvuru geliştirmiştir. Dolayısıyla İslam şehirleri bir devlet sistemi değil toplum sistemidir. İslam’da devlet olduğunu iddia eden görüşler olsa da İslam tarihinin ve Kur’an-ı Kerim’in getirdiği tarihin, bir “İslam devleti oluşturma” değil bir “medine oluşturma” meselesi olduğu görüşü ağır basmaktadır. Bilindiği üzere Osmanlı’da çift hukuk mevcuttur; yönetenlerin hukuku ile yönetilenlerin hukuku farklıdır. Halk sınıfı diye bilinen zanaatkâr, esnaf ve çiftçilerin tabi olduğu fıkhi bir yapı vardır ve burada üst katmana geçme gibi bir mücadele veya talep söz konusu değildir. Bu alt yapı tamamen kadıların altında, heterodoks yapıları da içeren ve herkesin hakkını koruyan bir sistem getirmiştir. Medeniyet bu anlamda, bu toplumsallığı ifade etmektedir. Osmanlı toplum sisteminde gayrimüslim veya heterodoks bir kişi dahi kadıya başvurabilmekteydi. İslam’ın da yeni dönemde kendisini bu alanda tanımlaması gerektiği değerlendirilmektedir. İslam’da “şehir” mahallelerden oluşmaktadır. Vergi düzeni açısından her mahallede bir ekonomik birim mevcuttur. Bireyden değil aileden vergi alınmaktadır. Mahalleler su, eğitim, güvenlik gibi işlerini kendi imkânlarıyla çözmektedir. Haliyle merkezî idarenin mahalli yönetimlere müdahalesi söz konusu değildir. Bu bağlamda Türkiye’de medeniyet kavramı çerçevesinde Mehmet Akif, Bediüzzaman, Namık Kemal gibi isimlerin, medeniyetin yol olduğu veya Batı’nın tekniği olduğu şeklinde yargıları vardır. Erol Güngör, Musa Kazım, Sezai Karakoç ise böyle bakmamaktadır. “İslam toplumlarında medeniyet var mıdır yok mudur” çatışması aslında “medeniyet” kavramına yüklenen yanlış bir anlamdan kaynaklanmaktadır. Çünkü medeniyet Musa Kazım’a göre eşya ve teknik değildir. Medeniyet bir toplumsallıktır. Yani fıkhi olarak, hukuki olarak, dinî olarak toplum olmanın getirdiği bir yapılaşmadır. Medine Vesikası’nda da bir kimlik iradesi değil gayrimüslim kavimlerin Müslüman kavimlerle birlikte bir toplum olma iradesi temel prensip olmuştur. Mekke’de sağlanamayan, Medine’de başarılmıştır. Mekke, bu anlamda Hz. Peygamber (sav) döneminde kapitalist bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hz. Peygamber (sav) Medine’ye yerleştiğinde öncelikle pazarın serbest kalmasını istemiş, şehrin inşasına sınıfsız toplum anlamında değerlendirilecek mescit inşası ile başlamıştır. İslam şehirlerinin genel karakteristiği iki ana temel üzerinde durmaktadır; bunların biri cami diğeri pazardır. Cami yerine kilise de düşünülebilir. İslam toplumları kilisenin kendi içlerinde olamayacağı şeklinde bir yaklaşıma sahip değildir. Tam tersine toplumların dini amaçlarını düşünen bir anlayışa sahiptir. İslam toplumları Hz. Adem (as) Peygamber’den bu yana “doğal toplumcu” bir temele sahip olmamıştır. Çünkü Hz. Adem (as) yeryüzüne indiğinde ilk olarak Kâbe’yi inşa etmiştir. Kendisi mimar, oğlu Kabil çiftçi, diğer oğlu Habil ise çobandır. Oysa Rousseau’nun veya Hobbes’un düşüncesinde bir tür vahi dönem olduğu bilinmektedir. Kabil için bir doğal toplum kurduğunu düşünebiliriz. Hz Adem (as) cemaatçi ama aynı zamanda sınıfsız bir toplum kurmuştur. Bunu bozan ise Kabil olmuştur. Kentleşme süreci; kapitalist birikimi ve sınıf çatışmasını oluşturmuş, gıda tekelini kurmuş, kendi üstünde sıcak bir kubbe oluşturarak iklimi yok etmiştir. Çarşı aslında pazar değildir, kapitalist bir tekel oluşturmuştur. Batı son dönemlerde; “tarlacı toplum”, “endüstri toplumu” ve “kent toplumu” teorisine dayalı bir tarih dayatmaktadır. Anadolu düzeninde ise halk kiracıdır ve vergisini nakdi olarak değil ayni olarak vermektedir. Bu ise medeniyet açısından çok önemlidir. Günümüzde siyasetin belediye başkanlığı hâline geldiği, kentlerin bir tür feodal kent devletleri sistemine dönüştüğü ve ulus devlet yapılarının bozularak halkın aslında kent için çalışır duruma getirildiği de değerlendirilmektedir. Sermaye dolaşabilirken emek dolaşamamaktadır. Birkaç spesifik konuya değinmek gerekirse; Afet Yasası’nda üçte iki çoğunluğu yakalayan kat maliklerinin binayı yıktırabilmesi gibi bir mevzuat boşluğu bulunmaktadır. Vakıf, mahalle, tekke ve pazar teşkilatlarının yeniden kurulması, mahallelerin eğitimi üstlenmesi tekkelerin ihya edilerek eğitim adına yeniden yapılandırılmasının bu anlamda faydalı olabileceği de düşünülebilir. Öte yandan cemaatlerin sivil toplum olup olmadığının sorgulanması, cemaatlerin tekrar tekke olarak örgütlenmesi, alışveriş merkezlerinin kısıtlanıp pazarın serbestleştirilmesi de bu konudaki diğer değerlendirmeler arasında yer almaktadır. … Medeniyet tanımı üzerine farklı bir yaklaşım getirmek gerekirse bugüne kadar dünya tarihinde medeniyet olarak nitelendirilenlere göz atmakta fayda vardır. Çin medeniyeti, Arap medeniyeti, İslam medeniyeti, Osmanlı medeniyeti, Klasik ve Modern Avrupa medeniyetleri, Grek medeniyeti, Roma medeniyeti gibi geniş coğrafyaları kuşatan ve “medeniyet” olarak kabul edilenleri görünür kılan en önemli unsurlardan biri “güç” olarak karşımıza çıkmaktadır. Güç ise üretim artışı ile mümkündür. Belli bir coğrafya üzerinde küçük ve yerel olarak oluşan sınırlar, etki alanı artışı ile başlangıç noktasının çok daha ötesine taşınabilir. Bu açılım, üretim veya silahla sağlanabileceği gibi sermaye, ekonomi ve ticaretle de mümkün olabilir. Böylece aynı zamanda sınırları etkileyen bir kültürün oluşumu da gerçekleşebilir. Farklı coğrafyalara, farklı şehirlere uzanmış olan medeniyetler, aslında bir devamlılık arz etmektedir. Örneğin Çin medeniyeti olduğu için İslam medeniyeti olduğu ya da İslam medeniyeti olduğu için Batı medeniyeti olduğu düşünülebilir. Ya da daha öncesinde Grek, Roma olduğu için Osmanlı kültürü olduğu değerlendirilebilir. Bunlar, Huntington’ın dediği gibi “aralarında keskin sınırlar bulunan bir takım kategoriler şeklinde değil, sınırları geçişken medeniyetler” olarak ele alınabilir. Daha alt birimlere inildiğinde, İbni Haldun’un sosyolojisinin, modern sosyolojik düşüncenin içinde yer aldığı görülecektir. İbni Haldun, Kuzey Afrika’da İbni Haldun olarak kalmıştır. Sadece Doğu’yu ifade edip orayı anlamaya çalışan biri olmamış, devam eden bir düşünce oluşturmuştur. Türkiye’de “medeniyet” olgusu devamlılıktan bağımsız düşünülemez zira bir şekilde Avrupa medeniyeti olarak tabir edilen olgunun da bizzat içindedir. Ülkemiz, modern ulus devletlerin, sanayi devletlerinin, toplumlarının, fabrikanın, üretimin, göçlerin, büyük kentlerin oluşumu, sekülerleşme, protestanlaşma, dinî ve kutsal olanın değersizleşmesi, bozulan büyü ile ortaya çıkan bir medeniyetin parçasıdır. Bugün “medeniyetimizi inşa etmek” tartışılacaksa böyle bir sürecin içinde olduğumuz dikkate alınmalıdır. Bunu somutlaştırmak gerekirse; Türk ülkelerindeki sürekli muhafazakar ve yerel olarak öne çıkıp “değerlerimize sahip çıkalım” diyen siyasal, ideolojik hareketlerin tamamının kendilerini inşa ederken vurgulamış oldukları unsurların tamamı bu modern algılardır. Mehmet Akif Ersoy’dan itibaren, radikal İslami görüşler dışında Türkiye’deki muhafazakar ve sağ kesimin bakışı budur. “Batı’nın medeniyeti”, “Batı’nın tekniği”, “kendi kültürümüzü koruyalım gibi” tabirler dolaşmaktadır. Ancak sonuçta medeniyet, üretim ile kültürün toplamı ise, kültür de üretimden bağımsız olamaz. Çok hoşumuza giden Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi değerlerin ve öznesi oldukları kültürün bu “Batı’nın medeniyeti” ve “Batı’nın tekniği” ile birlikte düşünüldüğünde çok da anlamlı durmadığı görülebilmektedir. Türkiye’nin yaşadığı son 10 yıllık dönemde, muhafazakâr değerlerden çokça bahsedilmektedir. Ancak Weber’in bahsettiği protestanlaşmanın burada zaten yaşandığı da ileri sürülebilir. Burada önemli olan kapitalizmdir, para kazanmaktır, kalkınmaktır, ithalat - ihracat rakamlarıdır. Batı’nın pozitivist, rasyonel diye nitelendirdiği bakış ile “irrasyonel” diye nitelendirilip bir kenara atılmış olan dünya artık değerlidir. Batı medeniyeti söylemi altında böyle bir modernite algısı; solcusu - sağcısı, kemalisti - antikemalisti ile toplumun tamamında inanılmaz travmatik sonuçlara yol açmıştır. Gelen bu saldırı karşısında topluluklar ancak kendilerini kültürlerine hapsetmişler ve toplumu cemaatçi bir yapıya dönüşmüştür. Daha sonra da zaten medeniyet diye bir şey kalmamış, alternatif bir medeniyet olgusu veya hayali kalmıştır. Herkesin kendi cemaati vardır; Aleviler, Sünniler, şu bu cemaat gibi. Hepsinin de ortak korkuları vardır. Hepsi birbirinden korkar, hepsi travmatiktir. Dolayısıyla “değer üretmek” dendiği zaman, bunu çok başka bir şeye dönüştürmek lazımdır. “Eskiden kalan hangi değerleri keşfedip yeniden hayata geçireceğiz” demektense, bu toplulukların aralarındaki sınırları kaldırmak lazımdır. Örneğin yakın geçmişte yaşanan üzücü olaylarda iki farklı topluluktan birer genç hayatını kaybetmiş, herkes kendi cenazesini kendi değerlendirmiştir. Ölüm üzerinde bile anlaşılamaması bu konuda aciz kalındığını göstermektedir. Bu soruna bir ilaç veya reçete önermek gibi kimsenin tek başına bir çözüm getirmesi mümkün değildir ancak böyle ortamlarda birlikte çaba sarf edilerek sonuç alınabilir. Aslında “Değerler İnşası” çalışmalarına; “farklılaşmış toplulukları, insanları dinlemek ve anlamaya çalışmak için nasıl yollar denenebilir?” sorusuna cevap arayışı ile başlanabilir, başlamıştır da. Gündelik hayatta sıkça karşılaşılan bir ifadedir “diyalog”. Aslında bu “diyalog” değil “muhabbet” olmalıdır. Muhabbet denince tarafların karşılıklı konuşup uzlaşmalarının ötesinde, bu ortamın hissettirdiği bir güven de söz konusudur. Seyahatte yan yana düşen iki kişinin yaptığı muhabbet buna bir örnektir. Yol boyunca yapılan sohbetin üzerine bu iki kişi arasında ayrıldıktan sonra da devam eden bir alan oluşur. Bu orta alan iki kimlik, üç kimlik, dört kimlik arasında da ortaya çıkabilir. Her birinin sözleri bu alana sızabilir ve bunun asla hesabı - kitabı, ölçüsü, matematiği yoktur. Varlık denen olgu, insan, toplum vb. “intersubjektif” diye de ifade edilebilecek çok da insani olan bu orta alanda oluşabilir. Kimsenin yarattığı toplum diye bir şey olamaz. Bu konuda çabalayanların, “toplum şöyle olmalı, böyle nesiller oluşturulmalı” diyen herkesin neticede karşılaştığı hüsrandan başka bir şey değildir. Yani birinin dindarlığı, diğerinin çağdaşlığı ancak orta alanda konuşulabilecek hâle geldiği zaman “medeniyet inşası” konusu tartışılmaya başlanabilir. Bugünkü durumda medeniyet inşası süreci tümüyle tamamlanamasa da “Medeniyet İnşası” güzergahının kendisi çok daha anlamlı olabilir. Bilimde tek doğru vardır, sanatta tek doğru yoktur. Bir sanat eseri kendi formülüyle vardır, onun formülü, diğer sanat eserinde geçmez. Bir sanat atölyesinde öğrencilere bir konu verildiğinde, her birinin yaptığı farklı olduğu zaman amaca ulaşılmıştır. Benzer konular verildiği zaman yanlış bir durum ortaya çıkabilir. Bu anlamda güzel sanatların, yeni bir medeniyet için önemi ortadadır. Geçmiş medeniyetlere baktığımız zaman, kalıcılıklarını sağlayan biraz da bunlardır. Gelişmiş medeniyetlerde kalıcı olanlar, hep sanatta ileri gidenlerdir. Örneğin İngiltere’de Saatchi & Saatchi gibi kurumlar devletin politikalarına yön vermektedir. Bizde “soyut sanat” hep gerçekçi sanat ölçüleriyle değerlendirilmeye çalışılır. Oysa beş ayrı algılama düzeyi vardır estetik anlamda. İlki, gördüğünü gerçekçi olarak algılamaktır, çok kolaydır; ağaç tıpkı ağaç gibi yapılır, ağaca çok benzediyse beğenilir, az benzediyse beğenilmez. Ama beşinci düzeyde, bir sanat eseri sosyopolitik olarak algılanır. Soyut resim akılla yapılır, akılla çözümlenir. Akıl her zaman zor olduğu için, bizde hep duygusal olanlar yapılmaya çalışılır ve kolaydır. Ama soyut sanat, toplumları yaratıcılığa yönlendirir. Çünkü akılla yapılır, akılla çözümlenir. İngiltere ve Amerika sanat politikalarını yönlendirirler. Geleneksel sanatlar kadar plastik sanatlar, mimari gibi diğer sanatlar da “yaratıcı toplum” geliştirme açısından önemlidir. Geleneksel sanatlarda bir şablon vardır ama plastik sanatların ucu açıktır. Antik Yunan’da tanrılar evlenirler ve yaşarlar. Medeniyetler ve binalar da aslında inançlarla şekillendirilir. Bu dünya ön plana çıkmıştır. Orta Çağda ise öbür dünya ön plana çıkar; binalar yukarıya doğru yapılmıştır. Sonra tekrar Rönesans’ta bu dünya görülür. Tüm medeniyetlere, basılı kitaplara bakıldığında öbür dünyanın ağırlık kazandığı görülür. Bu medeniyetler böylece şekillenip giderler. Medeniyetlerin algısı da çok farklıdır. Örneğin Çin medeniyetinde barut, eğlenmek için kullanılmışken, Avrupa’ya geldiğinde insanları öldürmek için kullanılmıştır. Bir Japon destanında deniz insanları sever, okşar gibi tasvir edilirken Amerika’da yazılanlarda adeta insanı yok edecekmiş gibi ifade edilir. O yüzden kimliğimizi oluştururken Batı’ya mı öyküneceğiz, yoksa kendi kimliğimizi mi oluşturacağız konusunda tekrar olmaması gerekir. Çağdaş medeniyetler; güçlü medeniyetlere öykünerek değil, onları temel alarak oluşturulmalıdır. Bu anlamda öncü düşünceler de güzel sanatlarla geliştirilebilir. Allah, insan beynini iki kısım şeklinde yaratmıştır. Biri duyarlılık, diğeri ise akıl alanıdır. Akıl elbette önemlidir ancak sadece akılla çözmek mümkün değildir. Paris’e ya da Amsterdam’a bakıldığında, akıl görülür. Şehirler Lego gibi düzenlidir. Bir de İstanbul’a bakılacak olursa, ne kadarı akıldır? Akıl ve duygu dengesi çok önemlidir. Bu ikisini dengeleyen insanlar başarılı olmuştur. Aynı şekilde bu ikisini dengeleyen medeniyetler de başarılı ve uzun süreli olmuşlardır. Medeniyetlerin yerleşebilmesi için de, her zaman tekrarın dışına çıkmaları gerekmiştir. Sanatta da tekrar yoktur ve bu bağlamda sanat önemlidir… … Değerler İnşası sürecinde; medeniyet değerlerinin güncel yorumları çalışmaların odak noktası olacaktır. Burada daha çok bizim toplumumuza ait olan İslam medeniyeti ile Anadolu medeniyetinin değerleri öne çıkmaktadır. Bunlar Bizans’tan, eski Roma’dan ve daha öncekilerden de farklıdır. İşte bu medeniyetlerin süreklilik arz eden değerlerinin neler olduğunun ve güncel yorumlarının ortaya konması gerekmektedir. Anadolu medeniyeti döneminde bütün şehirlerde vazgeçilmez birer öğe olarak; pazar vardır, ticaret vardır, üretim vardır. Elbette bu üretimin niteliği ve standartları vardır. 1502’de Sultan II. Bayazıd, iktisat kararnamesiyle kalite standartlarını kayda geçirmiştir. Kayıtları mevcut olmayan daha eskiler de vardır. Arnavutluk’ta, Sultan I. Bayazıd’ın da bu tür defterleri olduğu söylenmektedir. Bu sistem; üretim standartlarını gözeten bir tür etik anlayış olan Ahi düzenidir. İbn-i Batuta Ahi tekkelerine gidip gelmiş, bazen aylarca kalmış, gözlemiş, nasıl üretim yaptıklarını araştırmış ve bu sistemi çok ayrıntılı şekilde anlatmıştır. Kızgınken yumuşamak, düşmanına bile iyilik yapabilmek, yardımlaşabilmek, kanaatkâr olabilmek gibi son derece önemli insani değerlerin bu düzen içinde mevcut olduğu görülmektedir. Bunlar acımasız kapitalizmde olmayan bütün olarak çalışmak, ortak çalışmak, ortak üretmek, esnaf dallarının ayrı ayrı suh denilen çarşılarda bulunması gibi daha birçok konuyu kapsamaktadır. Bu medeniyetin içindeki son derece önemli olan üretim, pazar, ticaret anlayışı Osmanlı’yı dünyanın merkezi yapmıştır. İpek yolu, Avrupalı tüccarların sıra bekledikleri bir alan haline getirilmiştir ki bu müthiş bir olaydır. Bunun güncel yorumlanması da ayrıca önemlidir. Tabii bu arada bizim insanımızda var olan nitelikleri de göz ardı etmemek lazımdır. Aslında bu durum, günümüz insanında artık eskisi gibi pek rastlanmadığından yakınılan meselelerin başında gelmektedir. Şehirde bulunan diğer bir öğe de büyük vakıf teşkilatıdır. Son derece önemli olan “vakıf” kurumu sadece bir yatırım değil aynı zamanda içinde her çeşit sanat olan bir inşa faaliyetidir. Yapılan camilerde, ahşap işlemelerinden kubbelerindeki kurşun işlemeciliğine kadar bunun yansımaları görülebilir. Burada sanat faaliyeti ile yatırımın yanı sıra bir de süreklilik vardır. İnşa etmekle bitmiyor, yaşatılması da lazımdır. Bunun için de bir düzen vardır; kadı da orada, bunun amme adına sürmesi için çalışmaktadır. Büyük bir teşkilatlanma söz konusudur; vakıf teşkilatı… Onun için de sosyal amaçlı bütçeler vardır. Halkın paralarının kullanımı için bankacılık da vardır. Öbür yandan, sosyal yardımlaşma boyutu vardır ki bu zaten İslam dininde de mevcuttur. Siyer-i Nebi’de, Kuran-ı Kerim’de bunlar geçmektedir. Örneğin zor durumdaki ülke halklarına yardım kampanyaları başlatıldığında insanlar hemen yardıma koşmaktadır. Sosyal yardımlaşma hâlen içimizde yaşatılmaktadır. Osmanlı’da fakir kişilerin vergilerinin karşılanmasından, ölen kişilerin cenaze masraflarının üstlenilmesine kadar birçok örnek vaka ile karşılaşılmaktadır. İmaretler de ayrı birer örnektir. Ama sosyal yardımlaşma 19. yüzyılda eğitim kurumları açılmasından Hilal-i Ahmer’e kadar ulaşan farklı kimliklere dönüşmüştür. Bu bakımdan sosyal yardımlaşma, onun kurumsallaşması ve ortaya konulması elbet çok önemlidir. Zaten insanların ruhunda var olan konuların yine topluma değer katması güncel yorumlarıyla işlenmelidir. Bir de bu medeniyet içinde ”kadı” çok medeni bir kavramdır. Osman Gazi fethettiği yerlere hemen kadı tayin ederek, fıkıh bilen birini kaza’nın başına oturtmaktadır. Kadıların birinci görevi fiyat vermektir. Satan da, alan da bunu bilmektedir. Kadıların dönem dönem narh verdiği de bilinmektedir. İnsanların mülkiyet hakkını korumak da kadıların görevidir ve bu konuya çok ehemmiyet verilmektedir. Mülkiyet hakkının kullanımı her çağdaş anayasada da mevcuttur. Kadılar, terekenin dağıtımını da yapmaktadır. İslam hukukuna göre ölen kişinin mal varlığı deftere geçirilip varisleri arasında paylaştırılmaktadır. Kadı kayıtlarında bunlar da görülmektedir. Ayrıca daha başka görevleri de vardır. İşte bu medeniyettir! Kadınların, mülkiyetin, miras hakkının bulunması ve daha birçok konu sayılabilir. “Emri bil maruf, nehyi anil münker” denilen “iyiliğin uygulanması, kötünün engellenmesi” prensibi, dinî bir emir olmakla birlikte sosyalleşmiştir de. Bu, mahallelinin hayatının iyi olması, kontrol altında olması demektir. Bu kontrol yasaklama anlamında değildir. Örneğin bir bulaşıcı hastalık görüldüğünde, kadıya haber verilmektedir. Ehli vukuf gitmekte, tabip gitmekte, hekimbaşı gitmektedir. Hasta kişi bulunduğu yerden alınıp cüzzamsa cüzzamlıların konulduğu yere, akıl hastasıysa bir bimarhaneye götürülerek tedavi edilmektedir. Bunlar medeniyettir. Bugün şehirlerimizde yaşanmakta olan ve yüzyıllardır uyduğumuz, süreklilik arz eden bunun gibi medeni müesseseler tespit edilmeli, güncel yorumları da ayrıca değerlendirilmelidir. Batı medeniyetinde “nicelik” önemlidir. Ama tasarımda bir kural vardır: “bazen çok ‘çok’ değildir”, çünkü bazen az ‘çok’tur. Aslında medeniyetlerin inşasında bu nokta çok önemlidir. Bir de medeniyetlerin fiziksel inşasında boşluk çok önemlidir. Boşluk, ‘boş’luk değildir… … Medeniyeti oluşturan kültürün önemli bir unsuru da dilin gelişimidir. Özellikle Türk ve İslam dünyasında dilin yeri çok ayrıdır. Aslında medeniyet, kültür vb. kavramların bir karmaşa içinde olduğu söylenebilir. Acaba “medeniyet” veya “dil” dendiği zaman herkes aynı şeyi mi anlamaktadır? “Bilim” veya “sanat” denince aynı şey mi anlaşılmaktadır? Yahut kültürün diğer unsurlarına bakıldığında; örneğin “felsefe” denince aynı şey mi anlaşılmaktadır? Bu konuda bir asgariyet oluşturulması gerekmektedir. Ülkemizde de her bireye göre farklı farklı anlamlar ve çıkarımlar söz konusu olabilmektedir. Özellikle üniversite öğrencilerine “dil ne demek?” diye sorulduğunda her birinden ayrı bir cevap çıkacaktır. Keza bu soru kültür için, sanat için, bilim ya da felsefe için de sorulabilir. Bu durum göstermektedir ki, kavramların tercüme edildiği şekliyle dilimize gelmesi ve tercümesi alınan noktalardaki farklı birikimden oluşan kavramların aynı anlam içeren tek bir karşılık şeklinde bulunmaması, birçok konuda hem zihinlerin karışmasına, hem de kavram kargaşasına yol açmaktadır. Yöntem olarak kavramlar üzerinde mutabakat sağlandıktan sonra, belirtilen amaçlar arasında kendi geçmiş medeniyetlerimizden ilham alarak insalığın bütünü için bir medeniyet tarifi oluşturulması gerekmektedir. Bugüne kadar Türkiye’de ilk defa mahalli ve millî olmanın ötesinde, evrensel olma noktasında bir hedef belirlenmiştir. Türkiye’nin geleceği için, hatta bütün insanlık için atılmış çok ciddi bir adım olarak düşünülmelidir. Sonuçta tüm insanlığın yararına bir düşünce oluşturulması gerekmektedir. Bu bir meydan okumadır. Dolayısıyla bu yolda çok ılımlı bir tavır değil, ancak gerçekten etkili bir tavır sergilemesi anlamlı olacaktır. Kültür bütün insanlığın ortak malıdır ve bütün insanların tarih boyunca oluşturduğu entellektüel, teknik ve sanatsal birikimlerin üretimlerin toplandığı bir havuzdur. Burada insanlık topyekûn bir bütün olarak düşünülerek, hep birlikte insanlığı daha da yükseltmek ve yüceltmek noktasında hedefler belirlenmesi faydalı olacaktır. Şehirleri veya devletleri, hatta dinleri değil, ama insanı yüceltmek, dünyayı daha yaşanılır bir hâle getirebilir… Şehirler çok güzelleştirilebilir, iktisadi sistemler çok güzel yapılabilir, ama neticede “insana güvenmek” esas olmalıdır. İnsana nasıl güvenilebilir? Bu güveni sağlayacak otorite ne olmalıdır? Din midir, para mıdır, yoksa diğer tedbirler midir? Asker veya silah zoru mudur? 13. ve 14. yüzyıllarda sanat ve ilahi düşünceleri resmetmiş şahsiyetler insana güveni gerçekleştirmişlerdir. Cengiz Han’ın ardından İslam dünyasında ve Anadolu’da Hacı Bektaş-ı Veli ve diğer tüm erenler, toplumu büyük kaostan kurtararak bir arada yaşama imkânına kavuşturmuşlardır. Onların pozisyonu fevkalade önemlidir, zira dünyaya bütün insanlığın bir arada yaşama imkânı olduğunu göstermişlerdir. O yüzden Mevlana, ‘Mevlana’dır. Dolayısıyla mevcut fikirleri değiştirmek veya düzeltmek yerine, insanın nasıl değişebildiği veya nasıl düzeltilebileceği noktasında yol ve yöntemler belirlenmelidir. … Farklı bir bakış açısıyla, daha önceki medeniyetlerin medeniyet inşası arayışlarını; bir tavır, yol, yöntem sorunu olarak algılamak gerekebilir. Kendimize karşı, çevremize karşı, geçmişimize, geleceğimize ve şimdimize karşı, kültürümüze, medeniyetimize, diğer medeniyetlere ve kültürlere karşı ve insanlara karşı gündelik hayatlara karşı nasıl bir tavır geliştirilebileceği sorgulanabilir. Bu tavır geliştirilirken de tüm bu sayılanlardan yola çıkıp bir dil oluşturarak ve aralarında ilişki kurarak bir tazelenme ihtiyacı elzem olabilir. Söz konusu olan; dilimiz, kavramlarımız, söylemlerimiz, tavırlarımız açısından bir tazelenme ihtiyacıdır. Peki bu nasıl gerçekleştirilebilir? Bunun yolu yordamı nasıl olabilir, bu tavır nasıl ortaya konabilir ve bu tavır belirlenirken de aslında çok önemli olan bu sorunların tümü çerçevesinde nasıl ele alınabilir? Sınırlar, aralar içinde nasıl ele alınabilir? Bu sınırların, farklılıkların geçişleri anlamında nasıl bir tavır alınabilir? Bu tazelenme ve tavır alma için kalkış noktası da devlet, millet veya ulus değil, toplum içinde yaşayan gruplar, insanlar olmalıdır. Tüm bu insanların aldığı tavırları belirleme noktasında, Batı medeniyetinin içinde yaşadığımız da dikkate alınarak, kendi kültürümüz, medeniyetimiz bir merkez kavram olarak nasıl ele alınabilir? Nasıl yeniden türetilebilir? “Gönül” kavramı bileşik bir kavram gibidir. Gönül, aşk ve muhabbet ister. İçinde aşk ve muhabbet olmayan gönül olmaz. Gönül bilgelik ister, bilgi ister, değer ister. Bilgisiz eylem ve değeri kabul etmez. Eylemsiz bilgiyi de kabul etmez ki bu çok önemlidir. Gönül evrensel bir vicdan ister. Herşeyi kendisi olarak görebilmeyi ve herşeyin kendi öznesi olarak görebilmeyi ister. Herşeyi yerli yerine koymak ister. Kararların vicdanlı verilmesini, adaletli verilmesini ister. Vicdana dokunmayı gerektiren anlayışı ister. Çıkar beklemeyen, anlayışsızlıklara, eksikliklere, fazlalıklara ve yanlışlıklara rağmen anlama tavrını isteyen, gerektiren bir şeydir. Ne “suçlama”, ne “bağışlama” ne de “hoş görme” şeklinde tanımlanabilecek bir şey değildir. Birlikte durmayı ister. Kendine saygıyı, diğerlerine saygıyı, birlikte yaşamayı ister. Bunların olabilmesi için herkesin kendisini güvende hissettiği bir ortamı ister. Bunun yöntemi nasıl olabilir? Geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimiz, kültürümüz, medeniyetimiz, diğer medeniyetlerle, kültürlerle ilişkilenerek ama hem geçmişimiz hem bugünümüz, hem kendi kültürümüz hem diğerlerinin kültürleri ile araya mesafe koyarak bir tavır alış nasıl olabilir? Bu tavır algısıyla dilimizi, kavramlarımızı ifade etme imkânları neler olabilir? Bu arayış bizi nereye götürür? Gönlün içine çok şey yerleşir. Aslında bu yerleşenler, medeniyet söz konusu olduğunda bir kısım düşünürlerin referans olarak gördükleri şeydir. … Bugün insanlar inşa edilirken yaklaşık iki bin beş yüz yıllık bir geçmişten başlanmaktadır. Lise eğitimi alan herkes Aristo’yu duymaktadır. Aristo’yu, Platon’u duyan insanlar milattan önce dört yüzlü yıllara geri gitmektedir. Hangi meslekten olursa olsun, bugün bireylerin zihin inşasında, iki bin beş yüz yıllık bir tarihî dönem vardır ve aradaki dönemler farklı şekillerde birbirine eklenerek bugünün insanını inşa etmektedir. Bu inşa ediş biçimine bakılarak, zihinlerin yamalı bohçaya dönüştürüldüğü, bir an önce görülmelidir. Fakat bu iki bin beş yüz yıllık geçmişin tam ortasında öyle bir dönem vardır ki, bugün sanki referans değerler denince bu dönemin öne çıkarılması gerekmektedir. İslam medeniyeti tabiri adeta Batı medeniyeti tabirinin mukabilinde kullanılmaktadır. Oysa yanlış bir yaklaşımdır. Aslında bu husus, sokaktaki adamın olduğu gibi İslam düşünürlerinin kafasını da çok karıştırmıştır. Çünkü bu kavramsallaştırma sorunludur. “Batı” dendiğinde öncelikle bir coğrafyadan söz edilmektedir. Merkezinde Akdeniz olan ve Avrupa’nın doğusuna doğru yayılan bir alan tanımlanmaktadır. “İslam” dendiğinde ise bir dinden söz edilmektedir. Bu durumda İslam medeniyeti tabiri kullanılacaksa, bunun mukabili Hıristiyanlık olabilir. Bazıları da Batı medeniyeti mukabilinde Doğu medeniyeti kavramını kullanmaktadır. Bu da yanlış bir yaklaşımdır. “Doğu” dendiğinde akla Çin gelmesi lazımdır, “Yakındoğu” dendiğinde Hindistan gelmesi lazımdır, “Batı” dendiğinde de “Avrupa” vesaire gelmesi lazımdır. Böyle olduğu zaman “İslam”ın yükü hafifleyecektir. “Batı” dendiğinde bir sürü alandan, bilimden ya da problemden bahsedilmektedir. Ama “İslam” dendiğinde bir dinden söz edilmektedir. “İslamcılık” yanlış yorumlandığında böyle bir sonuç çıkıyor. Sanki Batı’da ne olmuşsa, İslam bunun bir benzerini vermeliymiş gibi bir yaklaşım çok yanlıştır. Öncelikle buradaki kavramsal sorunu düzeltmek gerekmektedir. “Batı” dendiğinde, içinde “İslam”ın da olduğu bir kavramdan bahsediliyor olabilir. Mukabili “Doğu” olan bir kavramdan bahsedilmektedir. “Batı” tasvir edilirken, Roma, Latin, felsefe anlayışı olarak Grek, Helen olan, içinde Hristiyanlık, İncil, Tevrat olan bir kavramdan bahsedilmektedir. “İslam toplumları” veya “İslam coğrafyası” da tasvir edilmelidir. Bilim anlayışında ortak payda olarak Grek vardır, bunu böyle kabul etmek gerekir. Bunun üzerine tartışmalar olmuştur ama zemin kaybı hiçbir zaman olmamıştır. İslam bu iki bin beş yüz yıllık tarihte bir kopuş yaşatmamış; tarihi bütünleştiren bir rol oynamış, bilimlerin ve fikirlerin yeniden aktarılmasında büyük katkı sağlamıştır. İşte yanlışlık da burada ortaya çıkmaktadır. Aydınlar belki de bu mevzuyu doğru temellendiremediği için bu tartışmalarda yol alınamamaktadır. Böyle bir sorun söz konusudur. İslam’ın, Doğu’nun, Batı’nın ne olduğuna dair zihinsel bir harita ortaya konması ve bu haritadan yola çıkılması lazımdır. İslam’da “yeni” kelimesi çok sevilen bir kelimedir. İslam’ın Hicaz’dan Akdeniz’e taşınması da çok önemli bir kırılma noktası olmuştur. İslam dünyasında; Muaviye ile Hz. Ali (ra) arasında çıkan olaylardan başlayan tartışmalar mevcuttur. Gözden kaçan nokta ise bu iki ismin de siyasetin merkezini Akdeniz’e taşımasıdır. Biri Kufe’ye, diğeri Şam’a taşımış ve merkez Hicaz’dan dışarı çıkmıştır. İslam; İran ve Mısır hattına, Akdeniz ile Hindistan arasına yerleşmiş, böylece şartları değiştirmiştir. Bu konu çok önemlidir. Emevi ve Abbasilerde gelişen bir Arap aklı söz konusudur ve bu değişim oldukça başarılıdır. Bundan sonra İslam dünyasının krizler yaşadığı görülmektedir. Hicaz’da iş biraz daha kolaydır ama geldikleri yerlerde tartışmalar, medeniyetler, kültürler ve dinler vardır. İslam’ın, fethettiği bölgelerle hesaplaşması yaklaşık dört yüz yıl sürmüş ve bu durum Gazali’yi de krize düşürmüştür. O mücadele devam etmiş ve iş kemale ermiştir. İslam’da farklı kültürler, bilimler, tabiat ve tüm bu konulara dair ortak bir düşünce oluşmuştur. Temelinde “vahdet-i vücut” olan, “yaratıcı-insan ilişkisi” olan, buna bağlı olarak tabiatın yorumlanmasına dayalı bir kanaat ortaya çıkmış ve sürdürülmüştür. İbni Arabi’nin düşünsel yapısı mimaride Süleymaniye Camii olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu geçişin nasıl olduğuna dair hiçbir araştırma yoktur. Bu mümkün olabilir mi? Yani İbni Arabi’nin düşüncesi böyle bir şeyi geliştirmiş olabilir mi? İbni Arabi’ye bakıldığında, Kur’an-ı Kerim’le, Allah’la, toplumla, tabiatla ilişkisinde sanki bir perspektif göze çarpmaktadır. Çağımızda İslam üzerine konuşulurken bu değişim sürecinin tanımlaması lazımdır. Tarihî olan her bilgi, tikeldir. İbni Arabi metafizik bile yapsa, tikeldir. Onun yeniden inşa edilmesi, yeniden yorumlanması gerekir. İbni Arabi’yi ya da Yunus Emre’yi çağımıza taşımak doğru değildir. Yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Açıkçası, yeni bir İbni Arabi çıkması lazımdır ama bu olmamaktadır. İbni Haldun’a ve asabiyet kavramına değinilecek olursa; değişimi çok iyi görmesine rağmen çok olumsuz yorumladığı söylenebilir. Ama asabiye kavramı önemsenmelidir çünkü o bir toplum için, kültür için, cemiyet için kurucu unsur demektir. Motive eden, yön veren unsur demektir. Çağımızda İslam böyle bir asabiye teşkil edecektir. Örneğin İslam, tıbbı inşa etmeyecektir ancak tabiat, Allah ve insan ilişkilerinde metafizik bir yorum ortaya koyacak ve dolaylı o tikel durumları etkileyecektir. Ama bir dinin, hiçbir zaman tüm değerleri sıfırlayan bir alan olarak görülmemesi gerekir, tarihte de böyle olmamıştır. Hz. Peygamber (sav) “ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmaktadır. Burada “tamamlamak” kelimesi “var etmek” kelimesinden daha gerçekçidir. Hz. Peygamber (sav) ayrıca “merhameti bilmeyen insanlara merhameti getirmedim, sadece merhametin Allah’tan insana nasıl yönelebileceğini, oradan da tabiata nasıl yönelebileceğini göstermeye geldim” buyurmaktadır. İlk sözün asıl anlamı budur. İslam’ın çağımızda böyle bir düşüncesi olması gerekmektedir. 12. ve 13. yüzyıl bir referans noktası olabilir… … Medeniyet inşasında “vakıf medeniyeti” çok önemlidir. Türkler Müslüman olduktan sonra medeniyet inşası konusunda çok büyük katkılarda bulunmuşlardır. Vakıf kurumu, insanların varlıklarını Allah’ın ya da toplumun varlığı haline dönüştürmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ve birçok hadiste bu konu zikredilmektedir. İnsanlar kendi içleri çektiği hâlde fakire, yoksula, esire yedirmektedir. Kendi ihtiyacı varken bile elindekini ihtiyacı olan bir başkasına vermektedir. Bir “verme ve paylaşma kültürü” söz konusudur. Verilen veya paylaşılan kişinin esir, müslim ya da gayrimüslim olması önemli değildir, esas olan ihtiyaç sahibi olmasıdır. Mısır’dan yola çıkan bir seferinin 63 gün sonra İstanbul’a ulaştığında vakıf kervansaraylarında kaldığını ve kendisinden hiçbir ücret istenmediğini, aynı zamanda hayvanlarının bakımının, tımarlarının yapıldığını ve hasta olanları ile veterinerlerin ilgilendiğini söylemesi çok manidardır. Gerçekten böyle bir medeniyet inşası neticesinde Osmanlı Devleti, onlarca topluluğu yüzlerce yıl kardeşçe bir arada tutabilmesini vakıf medeniyetine borçludur. Osmanlı Sultanları; Müslümanı camide, Hristiyanı kilisede, Yahudiyi havrada görmek istediklerini her seferinde beyan etmişlerdir. Daima “dinde zorlama yoktur” anlayışından yola çıkılmıştır. Zorlamadan, sadece anlamaya çalışarak ve “yaratılanı yaratandan ötürü sevme” bilinci geliştirilerek topluluklar arası anlaşma sağlanabilir. Süleymaniye ve Sultanahmet gibi kimliğimizi, medeniyetimizi oluşturan temel eserlerimize İstanbul dışından da sayısız örnek verilebilir. Bitlis’teki mezarlarda adeta taşa ruh üflenmiştir. Binlerce yıldır orayı ayakta tutan bu kültürdür. Bu devasa eserler sadece seyredilsin diye yapılmamıştır. Medeniyet için şehir çok önemlidir, ancak şehrin oluşturulmasındaki esas gaye halkın huzuru, mutluluğu ve güvenidir. Bu nedenle vakıf medeniyeti çok önemsenmektedir. Orta Çağ karanlığındaki Avrupa’da akıl hastaları içlerinde şeytan olduğuna inanılarak diri diri yakılmakta ve bu da kilise kararıyla yapılmaktadır. Ama aynı dönemde Osmanlı coğrafyasında, bugün “deli”, “manyak” gibi nice farklı tabirler yakıştırılan bu insanlara şöyle hitap edilmektedir: “muhterem acizler”... O insanlara verilen değer burada görülmektedir. Sırf bu amaçla icat edilen 26 yeni makamda musıki dinletilerek su sesi eşliğinde tedavileri yapılmıştır. Vakfedilen bimarhanelerde veya şifahanelerde odaların geniş olması, pencerelerin gül bahçelerine bakması, hastalara bıldırcın eti yedirilmesi gibi prensiplerle gerçekten çok önemli vakfiyeler söz konusu olmuştur. İngiliz bir ekonomist teorisyen, kendisine millî gelirin artırılması için ne gerektiği sorulduğunda; “fakirler evlenmesinler, evlenirlerse çocuk sahibi olmasınlar, olurlarsa öldürülsünler” diyerek cevaplamıştır. Ağır sanayi ne şekilde olmuştur? Milyonlarca çocuk kömür ocaklarında çalıştırılmamış mıdır? 15 yaşın altında, daha gençliklerinin baharında birçokları hastalığa yakalanarak ölmemiş midir? Oysa aynı dönemdeki Osmanlı coğrafyasında fakir ailelerin çocukları bir vakıf evinde doğmakta, vakıf mallarından yiyip içmekte, vakıf okullarında eğitim almakta, daha sonra öğretmen olduğu zaman vakıf okullarında öğretmenlik yaparak geçimini sağlamakta, öldüğü zaman vakıf tabutuna konulup, vakıf camisinde cenaze işlemleri tamamlanarak vakıf mezarına gömülmektedir. Bundan sonra vakıf içinde Yasin’ler, Tebareke’ler, cüzler denilen birçok manevi unsur da devreye girmektedir. Kısacası doğumdan ölüme ve hatta ölümden sonrasını da içine alacak şekilde bir insan sevgisi, bir medeniyet inşası karşımıza çıkmaktadır. Hamasi olarak anlaşılmamalıdır ancak bu anlayış Türk milletinde İslam’dan önce başlamış ve İslam’dan sonra da gelişerek devam etmiştir. Türk yazıtlarında “Aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim” gibi ifadeler vardır. Demek ki geçmişimizde “diğerkâmlık” denilen, belki de Şark toplumlarının geneline atfedilebilecek, “diğerinin derdiyle ilgilenme” noktasında da çok ciddi emekler söz konusudur. Medeniyet inşası için gerçekten de geçmişimizden gelen büyük bir miras mevcuttur. Bu, referans kaynağı olarak alınabilir. Bugünlere nasıl geldiğimiz sorgulandığında, örneğin “sadaka taşlarımız” vardır. Zengin oraya gidip gizlice parasını bırakır, fakir de gelip oradan parasını ihtiyacı kadar alır. Zengini ve fakiri eğiten bir sisteme sahipken bu toplum nasıl olmuştur da hortumculuk, hayali ihracat, dolandırıcılık gibi düzenbazlıkların yüzlercesi ile karşı karşıya gelmiştir? Belki de bunun tek bir çözüm yolu yoktur. Ama biz bunu gerçekleştirmişiz ve dünyaya bir model olarak sunabilmişiz... Çünkü “medeniyet”; üç - beş yılda, yüz yılda ortaya çıkan bir olgu değil, binlerce yıldan damıtılarak ortaya çıkan bir olgudur… Sosyal yardımlaşma, vakıf medeniyeti; din, dil, ırk farkı gözetmeden karşıdaki insan olduğu gibi muhatap alan, hatta çevre ve hayvan haklarını da kapsayan bir olgudur. Göçmen kuşlar yollarından kalmasın diye hastaneler kuran, kurtlar dağlarda aç kalmasın diye et götürüp bırakan bir medeniyettir bu. Bir seyyah, yazın dağlardaki verimsiz ağaçların sıcaktan kurumaması için onları sulamak üzere vakfeden çılgın Türkler gördüğünü dile getirmiştir. Hem çevreyi, hem tabiatı, hem insanı önceleyen bir vakıf sistemi görülmektedir. Bunları biz gerçekleştirmişiz. Hepsi göz önüne alındığında tekrar gerçekleştirilmemesi için bir neden yoktur. Bu konuda ümitli olunmalıdır. … Medeniyet İnşası zor ve uzun bir süreçtir. Medeniyet; bütünlüklü olarak ortaya konan insan - insan ilişkisi, insan - toplum ilişkisi ve süreç içinde böyle karmaşık bir yapının ulaştığı bir olgunluk olarak da anlaşılabilir. Bu bütünlüklü yapı nasıl çalışılabilir? Bütünlüklü yapıyı çalışmak için elde bütünlüklü bir teori var mıdır? Başkaları bunu nasıl çalıştılar diye geçmişe bakılabilir. Mesela Aristo, Eflatun, İbni Haldun gibi kişilerin, içinde yaşadığı toplumun nasıl olması gerektiği konusunda birtakım normatif fikirleri vardır. Normatif derken “komşunuzla iyi geçinin”, “komşunuz açken tok yatmayın” gibi birtakım değer yargılarını içeren fikirler kastedilmektedir. Her medeniyetin kendisine ait birtakım değer yargıları vardır. Mısır medeniyeti konuşulurken, orada piramitlerin yapıldığından, ölümsüzlüğe ulaşmak için firavunların oraya gömüldüğünden vs. bahsedilir. Bu değer yargılarının getirdiği bir mimari yapı mevcuttur. Bu durum, değer yargılarının gerçek dünyada yol açtığı bir takım değişikliklere örnek teşkil etmektedir. Antik Yunan’da ise bambaşka bir manzara görülmektedir. Mısır’daki devasa heykeller varken Antik Yunan’da heykeller birebir insan boyutlarındadır. Orada da değerler böyle şekillenmiştir. Bunu çalışırken gerek Eflatun, gerek Aristo, o değer yargılarını aktarmaktadır. Weber’de ise bambaşka bir durum söz konusudur, orada bir protesto vardır. Bu yapının bütünlüklü çalışılması ancak etik çerçevede, daha doğrusu etiği de bağlayan maddi bir değer içinde mümkün olabilir. Bu da “kapitalizm” denen süreçtir. Kapitalizmin gelişmesine birtakım etik değerler yüklenir ki burada normatif düşünce yapısının devam ettiği söylenebilir. Bunun sorgulanmaya başladığı ve Weber’den önce klasik iktisatçılarla beraber ortaya çıkmış olan bir süreç de vardır. İnsanların birbirleriyle kurduğu ilişkiler, doğayla kurduğu ilişkiler, aile bağları vb. ilişkilerin yeni çerçeveler içinde düzenlendiği bir yapının gelişimi gözlemlenmiştir ki bu yapı da kapitalizmdir. Bireyin üretici ve tüketici olarak ön plana çıkması, Orta Çağdan itibaren sanat, edebiyat, müzik ve diğer alanlarda da kendini göstermektedir. Tüketici ve üretici olan bireyin merkeze oturması, bu bireyin akılcı davranmasının çalışılmasını gerektirmektedir. Adam Smith, Carlo ve John Stark gibi düşünürler bu bireyin akılcı davrandığını ve bu yolla kararlar verdiğini, böylece enformasyona ulaşabildiğini savunmaktadır. Bu mükemmel enformasyonla daha önceki medeniyetlerin bugüne kadar gerçekleştiremediği düzeyde bir toplumsal yapının da inşa edildiğini gözlemlenmektedir. O toplumsal yapı bugün de çok farklı değildir… İlgili literatür içinde son zamanlarda çok fazla meşhur olmuş olan Türkiye kökenli bir yazarın yazdığı “Uluslar Neden Çöker?” adlı bir kitap vardır. Medeniyetlerin çürümesi, yükselişi, geriye düşüşü de uzunca bir süre tartışılmıştır. 20. yüzyıl başlarına doğru; İttihat Terakki, Osmanlı’nın çöküş dönemi ve devletin nasıl kurtarılabileceği, Koçi Bey risalesinden başlayarak günümüze kadar süregelen tartışmalar ile Osmanlı’nın Batı’da gelişen akılcı bireyin merkezinde olduğu toplumsal örgütlenmenin diğerleri üzerindeki hükümranlığını nasıl yıkabileceği ve karşısında nasıl duracağı gibi konularda fikirler geliştirilen bir dönem vardır. Bunlar arasında ön plana çıkan düşünürlerden biri de Prens Sabahattin’dir. Bireyin ön plana çıkması ve özgürleşmesi konusunda birtakım fikirlerini ifade etmektedir. Daha sonra olayların kristalize olduğu yer, Mustafa Kemal’in gelişi ve Cumhuriyet’in kurulmasıdır. Burada öne çıkan bir düşünür de Ziya Gökalp’tir. Tarihin çarkı, kapitalizmin ve akılcı bireyin aldığı kararlar etrafında acımasızca dönmekte ve herkesi çarkın içine çekmektedir. Buna karşı birtakım düşünceler geliştirilmeye çalışılırken; dönmekte olan çarkın içine, sistematik gelişmelerin karşısında duran bütün anti-sistematik hareketler çekilmektedir. Medeniyet inşasında, köklü ve çağdaş medeniyetin karşısında bir insan ilişkileri biçimini kurabilecek olan Sovyet deneyiminin başlangıçtan itibaren getirdiği o umut ( komşunuzu sevin, değer yargıları vs.) ile aslında sonunda nasıl bir hüsrana uğranabildiği görülmüştür. 1917’de Bolşevik devrimiyle başlayan süreç, 1989’da sona ermiştir. Şimdi de tarihin çarkının acımasızca dönüşü ve diğerlerini kendine çekişi ile İslam dünyasında başlayan tartışma 1960’lardan itibaren hızlanmıştır ama geçmişi Orta Asya’daki “Büyük Oyun”a kadar gitmektedir. O dönemde İslam toplumları kapitalizmle ne kadar uyumlu yaşayabilirlerdi. İslam toplumlarında ne yapılabilir ki, tarihin çarkı çerçevesinde, anti-sistematik olmayan bir yapıya ulaşılabilsin? Aslında medeniyet inşası çabası bir boyutu ile bu soruya cevap verebilir. Öte yandan insanlık için de çok önemli bir alternatif üretebilir. Bu konu sistemli bir şekilde çalışılarak, insanlık için umut verici, doğru bir ürün ortaya çıkarabilir. … Bizim medeniyetimize dair; “kitap medeniyeti”, “vakıf medeniyeti”, “su medeniyeti”, “yol medeniyeti”, “ilim medeniyeti”, “irfan medeniyeti” gibi çok farklı anlamlandırmalar bulunmaktadır. Ama genel olarak bakıldığında çeşitli hakların söz konusu olduğu görülecektir ki bu onun en bariz özelliklerinden biridir. Farklı kültürler, farklı inançlar, farklı haklar ve arayışlar vardır. Bu bir zenginliktir elbette ama özüne inildiğinde ana referans Hz. Peygamber’in (sav), eski adı Yesrib olan Medine’ye refaransıdır. Çünkü medeniyetin mayalandığı, kuluçkalandığı yer; Medine’dir, yani şehirdir. Bunun karşılığı kent midir? İslam medeniyetinin oluşumunda en önemli etken; tevhid, yani birlik olarak kabul edilmektedir. Aslında burada, birlikte yaşamaya bir referans vardır. Çünkü medeniyetimiz, emperyalist bir medeniyet değildir. İçinde farklı kültürler, farklı yaşam biçimleri hayat bulabilmiştir. Bu medeniyetin felsefi anlamdaki diğer referansı, Farabi’nin Fazıla projesinde yatmaktadır. Bu projede medeniyeti oluşturan kavramlar arasında; Medine vardır, fazilet vardır, saadet vardır. Hz. Peygamber’in (sav) Medine’sini, felsefi anlamda Farabi’nin Fazıla’sını referans alan medeniyetimiz bir ütopya değildir. Bu konuda hemen herkes ittifak hâlindedir ama bu, miadı dolmuş bir medeniyet midir? Hayır, yaşayan bir medeniyettir. Asya, Afrika ve Avrupa’ya kadar uzanan büyük bir medeniyetin temsilcisi olan bir medeniyeti inşa etmek nasıl olacaktır? Medeniyetimizin odağında “insan” vardır… Sufilerin “Hazreti İnsan” dedikleri insanın onuru, haysiyeti vardır... Bugün özelde İslam âleminde, genelde yeryüzünde yaşanan problemlerin odağında da yine “insan” vardır. İnsan, “fert” kavramıyla buharlaştırılmamalıdır. Aslında dünya barışına büyük katkılarda bulunan solgun medeniyetimizde klasikleşmiş ifadesiyle Balkanlar’da, Orta Doğu’da, Asya’da ve Kafkaslar’da bugün hâlen Türkiye’den habersiz veya onaysız köklü bir şey yapılamadığı değerlendirilebilir. Kültürel dokularımızın ve medeniyetimizin bu irfan mayasını, yüzlerce yıldır olduğu gibi bugün de sürdürmek zorundayız. Endülüs ve Balkanlar’daki barış havasında anahtar, geçmişte olduğu gibi şimdi de Türkiye’dir. Bu açıdan medeniyetimizin inşasındaki farklı etnik, dinî ve siyasal kimliğe sahip olan bu coğrafyaların mayasının Türkiye olduğu da değerlendirilebilir. Allah - insan - tabiat arasındaki ilişki bizim medeniyetimizde makul ve meşrudur. Ancak İslam medeniyeti ne insanı ne de tabiatı ilahlaştırmaya öykünmemektedir. AVM’ler, plazalar, yüksek katlı binalar gibi insanı adeta ilahlaştıran bir yaklaşım bizim medeniyetimizde bulunmamaktadır. Kul, Rabbi karşısında rüku ve secdeye gider, yüksek binalar ise ilahlaşmanın, insanın kendisini merkeze koymasının yansımasıdır. Medeniyetimizin kurucu ifadesinde ise bu estetik, binalarda Selçuklu ve Osmanlı mimarisi olarak ön plana çıkmaktadır. Burada insan merkezde olsa da, ne insanı ilahlaştırma vardır, ne de tabiatı. Bunları birbirine kırdırtmamak da önemlidir. İslam dünyasına bakıldığında Osmanlı’nın Afrika’da su kanalları yaptığı görülmektedir. Benzer örnekler hem Balkanlar’da, hem Kafkasya’da hem de Orta Doğu’da mevcuttur. Sabır, infak, diğerkâmlık, iyilik, hayır, tevekkül, komşuluk ve akrabalık ilişkileri gibi kavramlar ölmemiştir. Bu değerlerin inşa edilmesi elbette eğitimle beraber olmalıdır. Ama maalesef bu konuda sıkıntılar vardır. Bizim medeniyetimiz yüzlerce yıllık birikime sahip olan bir irfan medeniyetidir. Ancak 2023 vizyonundaki; 500 milyar dolarlık ihracata ulaşma hedefi, ekonomide ilk 10 ülke arasına girme amacı, belli rakamların yakalanması için tüketimin de önemli miktarda artırılması gereği bu konuda düşünmeye sevk etmektedir. Değerleri inşası sürecinde tüketim artırıldığı zaman, “kanaat” denilen değer nasıl inşa edilebilecektir? Burada, ilerleme ve değerler arasındaki ilişki ve denge iyi kurgulanmalıdır. Ekonomi, sosyalleşme ve sağlık gibi alanlarda son 10 yılda önemli mesafeler kat edilmiştir. Ancak eğitim politikamızda bu durum tartışmaya açıktır. Aynı hükümetlerin farklı bakanlarının farklı uygulamaları söz konusu olmuştur. Değişken ve günübirlik politikalar söz konusu olunca değerler inşasında hayati role sahip olan verimli eğitim politikaları maalesef gerçekleşememektedir. Bunun için ne yapmak lazımdır? Farklı konumlardan belli sayıda uzmanın gerekirse aylarca bir yere kapanarak, Türkiye’nin 50 - 100 yıllık eğitim politikalarını ve felsefelerini belirlemesi bir çözüm modeli olabilir. Aksi takdirde; üniversitelerin giriş sınavları, dersaneler, yabancı dilin öğretilememesi, fizik ve matematik gibi bilimlerde geri kalmamız, teknoloji ve zamanı iyi kullanamamamız gibi konular mütemadiyen tartışılmaya devam edecektir. … Medeniyete dair kavramsal anlamda bir tanımlama yapmak da her zaman tehlikeli olabilir. Zira kavramın içine girmesi gerekenler dışarıda bırakılırsa ya da girmemesi gerekenler dâhil edilirse bir takım sıkıntılara sebep olması kaçınılmazdır. Belki de mevcut zihin dünyasından bir medeniyet çıkması pek muhtemel değildir. İnsanların biraz da başkası için yaşamayı bilmesi gerekirken aslında bu kaybedilmiştir. Eğer insanlar zamanında kurt, kuş veya oradan geçenler belki içer diye dağların başına çeşmeler yapmışlar, bir yolcunun ihtiyacı olur diye yol kenarlarında kervansaraylar inşa etmişler ise elbette bunu başkasını düşündükleri için yapmışlardır. Medeniyet, “Medine”den gelse de sadece şehirleşme anlamına gelmemektedir. Dağın başında, bir kişi de olsa, şehri oraya götürmek anlamına da gelmektedir aslında. Şehirde insan, güvenlik, ihtiyaçlarının giderilmesini ve amaçladıklarına ulaşabilmeyi aramaktadır. Eğer dağın başında bir kervansarayda bir insan kendini güvende hissediyorsa, ihtiyaçları orada karşılanıyorsa, orada ağırlanıyorsa, orada uğurlanıyorsa ve orada aradığını bulabiliyorsa, işte medeniyet orada demektir. Elbette bunu kuran, kurucu değerler vardır. Günümüzde uzaklaşıldığı düşünülen bu değerleri yeniden inşa etme yollarının aranması gerekmektedir. Bugün ekonomik anlamda kapitalist dünya ya da bireysel anlamda bencilliğin ortaya çıkardığı birtakım problemler vardır ve ilişkilerimize de yansımaktadır. Özellikle “aydınlanma” sonrası Batı dünyasında din ile olan ilişkiler de bozulunca bu durum tüm İslam dünyasını da bir şekilde etkisi altına almıştır. Dinin kattığı mikro değerler dışarıda bırakılarak medeniyetin nasıl kurulabileceği sorgulanmalıdır… Medeniyet için muhabbet de çok önemlidir. Muhabbete bir selam ile başlanır. Ancak selam verildiğinde muhatap bulunamaması gibi problemlerle karşılaşılabilmektedir. O yüzden “medeniyet” dendiğinde; orada bir gönül vardır, bir insan vardır, bir fedakârlık, diğerkâmlık vardır. Bunların yeniden kurulması gerekmektedir. Medeniyet dendiğinde orada her şeyden önce “insan” vardır. İnsanın yeniden keşfedilmesi lazımdır. İnsanın “insan” olmasından kaynaklanan birtakım temel insani değerler vardır. Bütünüyle, tüm insanlığın saygı duyması gereken esaslardır bunlar. Örneğin Hz. Ebubekir’e (ra) Bizans’a karşı savaşırken, bir Bizans askerinin kellesi getirildiğinde niçin böyle yaptıklarını sormuştur. Düşman askerleri İslam askerlerine böyle yaptığı için aynı şekilde karşılık verdiklerini söyleyenlere “Peki bu insani bir şey midir, siz Peygamber’den (sav) bunları mı gördünüz?” diyerek derhal bu davranışı terk ettirmiştir. Hz. Peygamber (sav); “Meşru bir sebepten Müslümanlar bir savaşa girmişlerse ve bir asker gayrimüslim bir kadını esir almışsa ve o kadına tecavüz etmişse, tıpkı Müslüman kadına tecavüz etmiş gibi işlem görür” buyurmuştur. Bu çok önemli bir şeydir. Onlar bizim kadınlarımızı esir aldıklarında bunu yapıyorlarsa da siz yapamazsınız. Çünkü insani değildir. Hz. Peygamber’in (sav) savaş ahlakıyla ilgili birçok söylemi ve uygulamaları vardır. İnsanlık 1907 ve 1949 Cenevre Sözleşmeleri ile buna biraz yaklaşabilmiştir. Bosna Hersek’te 40 bin kadar tecavüz vardır ve medeni denen bir dünyanın gözleri önünde yapılmıştır. O yüzden Batı’nın medeni olduğu düşüncesi de tartışmaya açıktır. Bu bağlamda “medeniyet çatışmaları” kavramı da paradoksal olarak değerlendirilebilir. Zira ortada medeniyet varsa, insanlık varsa, diğerkâmlık varsa, orada paradoks olmamalıdır. Başkasını düşünmektir medeniyet… Bizi Afrika’ya götüren veya bizi başka yerlere götüren ve gece gündüz oralarda koşturmamızı sağlayan nedir acaba? Medeniyetin ortaya çıkabilmesi için insanın bunlar üzerinde biraz düşünmüş olması gerekir. Aslında insan şefkate ihtiyaç duymaktadır ve medeniyetin temelinde ahlak, ahlakın temelinde de şefkat vardır. Bu acıma anlamında değildir, insani değerlerin varlık üzerindeki yansımasıdır. Dağdaki hayvana da, şehirdeki insana da acınması normaldir. O yüzden Allah’ın yarattığı herşeye şefkat göstermek, nezaketle ve zarafetle muamele etmekten bahsedilmiştir. Sadet asrında Müslümanlar aralarında Hıristiyan ve Yahudilerin de olduğu komşularına yardım dağıtırken bazılarının ellerindeki malı ihtiyaç sahibi gayrimüslimlere belki Müslüman olurlar diye vermemesi üzerine “Allah yolunda her ne harcar veya her ne adarsanız, şüphesiz Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” mealindeki Bakara suresinin 270. ayeti indirilmiştir. Bunun açılımı şudur: Sen insani bir karşılığı varsa vermek zorundasın. İnsanların Müslüman olup olmamaları seni ne ilgilendirir? O, tamamen kendi tercihleridir. Siz, insani bir iş için vereceksiniz ve bunun karşılığını Allah size verecektir. İnsan suresinde; “hepiniz Adem’in (as) çocuklarısınız, farklı ırklara, farklı kabilelere ayrıldınız ve sırf insan olmaktan kaynaklanan yükümlülükleriniz var” denmektedir. O yüzden insanlara bir borcumuz vardır. Amerika’daki de Almanya’daki de yaratılış eşimizdir. Bu çatışma ortamından sıyrılabilirsek, bu bencil, hedonist tutumlardan ayrılabilirsek bu konular da kolaylıkla çözülebilecektir. Müslüman kültüründe insan ilişkileri anlamında oluşturulan birtakım değerlerimiz vardır ve biz bunları yeniden küllerinden diriltebiliriz. Ama önce insanların zihinlerinin düzeltilmesi lazımdır. Türkiye’de, entellektüel kesim İslam’ı malesef kilise kültürü üzerinden okumaktadır ki bu ciddi bir problemdir. Bu durum Allah ile insan arasındaki dengeyi de, insan ile insan arasındaki dengeyi de, kadın ile erkek arasındaki dengeyi de bozmuştur. Ruh ile beden arasındaki denge de bozulmuştur. Bunların yeniden düzeltilmesi gerekmektedir. O yüzden “ben”i kovmadan, içerden bakarak, temel dinî değerlere de bizzat kendimiz gibi bakabilmemiz lazımdır. Medeniyet de buradan doğacaktır… … Medeniyetin Medine’den, yani şehirden geldiği dikkate alınırken, Cuma’nın şartlarından birinin de insanın özgürlüğü olduğu göz ardı edilmemelidir. Cuma’ya gidilebilmesi için, Cuma olabilmesi için insanların kendini güvende hissetmesi gereklidir. Yani güvenin ve adaletin olmadığı bir yerde medeniyetten bahsetmek çok zordur. Medeniyet inşasından bahsedilirken geçmişte yaptıklarımız yâd edilerek referans gösterilmektedir. Peki ne kadar zamandır, referans gösterilebilecek çok başarılı örneklerden söz edemiyoruz? Elbette bireysel veya toplumsal olarak referans noktaları mevcuttur ama ne kadarı uygulanabilmektedir ve bu değerler dünya siyasetinin neresindedir? Ne yazık ki hiçbir yerinde yoktur; en aşağıda, bireyde de yoktur, ailede de, toplumda da, uluslararası politikada da… Çünkü son 300 yıldır, yenilmiş bir medeniyetin evlatları olarak bugün bunlar aramızda konuşulmaktadır. Yenilmiş bir toplumuz ve bu eziklik de özgür düşünebilmemizi ve rahat fikirler üretebilmemizi sınırlamaktadır. Önümüzde böyle engeller de vardır. Hem bireysel, hem toplumsal, hem de siyasal engeller... Bugün İslam dünyası diye bir medeniyetten bahsedilecekse, İslam medeniyetine dâhil edilebilecek ülkelerin her birine tek tek bakılmalıdır. Batı’daki refah düzeyi en düşük toplumdan daha düşük durumda oldukları görülebilir. Bunun sebebi, İslam dünyasının bir sahibinin, bir hamisinin olmamasıdır. Sokakta çalışan çocuklar; çoğunun annesi babası olmayan, boşluğa sürüklenen, sokağa düşmüş çocuklardır. Bugün dünyadaki Müslüman ülkelerin birçoğu da gerçekten ya güvensizlik ortamında, ya savaş ortamında, ya da ekonomik ve sosyal bir sürü problemle karşı karşıya kalmış durumdadır. Bunun temel sebeplerinden biri, bir sahibinin olmamasıdır. Müslümanların sahibi yoktur, İslam ülkelerinin sahibi yoktur. Yanı başımızda savaşlarda insanlar ölmektedir. Bunlar Arap kökenli Müslümanlar değil de herhangi Batı ülkesinde yaşayan insanlar olsa, 150 bin de değil, örneğin İsviçre’de 15 kişi ölse ne olurdu? Bir güven sorunu vardır ve bu da birbirimize güvenmemekten kaynaklanmaktadır. Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse değil midir? Dünyada bir araştırma yapılmıştır; Türkiye’de en çok güvenin olduğu yer %12 ile Orta Anadolu bölgesi çıkmıştır. Burada insanların birbirilerine güvenme oranı budur! Batı’ya bakıldığında ise bu oran %70’lere çıkmaktadır ve ülkemizdekinden 4-5 kat daha fazladır. Bu tablo karşısında insanlar mı suçlanmalıdır yoksa burada asıl konuşulması gereken bir medeniyet çatışmasının neresinde olduğumuz mudur? Batı’daki insanların çok muhterem, insan haklarına çok saygılı, komşularına çok iyi davranan insanlar oldukları mı söylenmelidir? Oysa o medeniyetin içinden çıkan insanlar dünyanın bir tarafını yakıp yıkmakta ve içlerinden hiçbiri ses çıkarmamaktadır… Onların yüceltilmesi için bir sebep yoktur. Burada medeniyetler ittifakı diye, diyalog diye bir şey yoktur; bir çatışma vardır. Bu çatışma karşısında birey olarak, toplum olarak, ülke olarak nerede durmaktayız? Bugün başımıza gelenlerin, bu medeniyetler çatışmasında yerimizi doğru düzgün tespit edemememizden kaynaklandığı düşünülebilir. Bireyin de, ailenin de, ekonominin de bozulması böyle olmuştur. Bunlar kendimizi, kendi dinamiklerimizle değil başka dinamiklerle idare etmemizden kaynaklanmaktadır. … Sorulması gereken diğer bir soru da; “biz nasıl nesiller yetiştiriyoruz, ya da nasıl nesiller yetiştireceğiz?” olmalıdır. Aslında bu, kilit noktalardan biridir. Merkezine gençliğin konduğu bir yaklaşımla bu hassas konu geniş parametreler üzerinden tanımlanmalıdır. Gezi olaylarından sonra bu konunun ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılmıştır. Bizim geleceğimizi ortaya koyacak olan nesillerin hangi perspektifte ve hangi zeminde yetişmesi gerektiği konusu gerçekten de bugün çok daha ciddi bir problem olarak önümüzdedir. Mücadelenin Bab-ı Âli ile Saray’ın birbirinden ayrılma sürecinde başlayıp bugüne kadar uzandığı yönünde bir perspektif çizerek işe başlamak gerekmektedir. Bireyciliğin çıkar savaşı ile Saltanat’ın önde tutulma mücadelesi, II. Osman’ın öldürülmesi sonrasında padişahın tahttan indirilerek gönderilme süreçleri iyi anlaşılmalıdır. Dünyaya bir takım değerler sunarken, merkez ve periferi ilişkisi içinde bakıldığı zaman, merkez gibi göründüğümüz dönemlerde neyi öne çıkarmıştık da başarılı olmuştuk, bugün neyi bıraktık da buralara geldik? Bunun cevabının çok iyi verilmesi gerekmektedir. Nesillerimizde görülen hafıza kopukluğunun harf inkılabına dayandığı değerlendirilmektedir. Ancak İttihat ve Terakki’nin çalışmalarına, gençlik üzerine politikalarına bakıldığında Alman sempatizanlığı üzerinden bir gençlik hareketi ortaya konduğu görülmektedir. Demek ki aslında bu kopukluk harf inkılabına değil de, o hafızayla irtibat sağlayabilecek dilin kullanıldığı dönemlere dayanmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerindeki bazı hatalarını görmezden gelmek de, Cumhuriyet’in ortaya koyduklarını kopuk bir zihniyetin devamıymış gibi algılamak da doğru değildir. Alman Kayzeri ile Osmanlı Padişahı’nın fotoğrafları üzerinden zihin yıkama örneği olarak Alman usulü sigara içme metodları kitapçığının bile bu toplumda referans kitap olarak yayımlanmış olması, bizi daha derinden düşünmeye sevk etmelidir. Aslında hiçbir medeniyet bağımsız değildir. Liberal eğilimlerin, Sol akımların, kadın dayanışmalarının, gençlik hareketlerinin vb. tüm yönelimlerin Türkiye’yi etkilediği ve aynı akımların dünyanın neredeyse tamamında etkili olduğu açıkça görülebilmektedir. Bunların birbirinden bağımsız olmadıkları ve etkilenmemek gibi bir lüksün mümkün olamayacağı da ayrıca değerlendirilmektedir. Ancak son dönemlerde kullanılan yaygın ifadesi ile “gündemi belirleyen mi, gündemi belirlenen mi” olacağımıza karar vermek durumundayız. Gündemi belirleyecek noktaya nasıl gelebiliriz? Gelecek nesilleri hangi mantık üzerine yetiştirmeliyiz? Amerikan veya Alman eğitim modelleri ile bu mümkün müdür? Sistemimizi merkez olarak mı, periferi olarak mı ortaya koyacağız? Bu hassas konuları çok iyi irdelememiz ve “hafızamızdaki geri”ye iyi bir geçiş yapmamız gerekmektedir. Kısa süre içinde başarıya ulaşmak zor olabilir ama elbirliği ile asla imkânsız değildir… … 14 Mart 2014, İstanbul Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 | Değerler İnşası MEDENİYET İNŞASI TÜRKİYE VİZYONU HAZIRLIK ÇALIŞTAYI SONUÇ RAPORU (TASLAK) TASAM’ın T.C. Cumhurbaşkanlığı himayelerinde 7 yıl önce başlattığı “Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023” Projesi’nde, tamamlanan “Makro” süreç ve devam eden “Stratejik Lokomotif Sektörler” çalışmaları ile “Değerler İnşası” olarak tanımlanan son aşamaya ulaşılmıştır. “Referans Değerler, kurumlar ve Kişiler” ana teması altında sürdürülecek çalışmaların ilki olan Medeniyet İnşası Türkiye Vizyonu Hazırlık Çalıştayı 14 Mart 2014’te İstanbul’da Ortaköy Princess Hotel’de yapıcı ve samimi bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Toplantı’da; “Medeniyetler ve Medeniyetler Arası Etkileşim”, “Referans Değerler”, “Referans Kurumlar”, Referans Kişilikler”, “Marka Şehirler”, “Marka Şirketler - Üretim Modelleri”, “Eleştirel Düşünce Dinamikleri/Kurumları”, “Sanat ve Estetik” ile “Kültür Diplomasisi ve Turizm: Ürünler Modeller ve Yeni Stratejiler” konuları üzerinde durulmuştur. Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Rahmi Karakuş’un moderatörlüğünü üstlendiği Hazırlık Çalıştayı’nın katılımcıları; Prof. Dr. Metin Boşnak, Dr. Emek Üşenmez, Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu, Prof. Dr. Saffet Köse, Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul Bölge Müdürü İbrahim Özekinci, Prof. Dr. Türkay Dereli, Dr. Alev Erkilet, Prof. Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr. Ergün Yıldırım, Dr. Kemal Kaya, Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Aykut, Doç. Dr. Haşim Şahin, Eğitimci-Sosyolog İsmail Öz, Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya, Yazar Lütfi Bergen, Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat, Merkez Valisi Nuri Okutan, Eğitimci Murat Karasoy, Doç. Dr. Mehmet Ali Gülpınar, Mimar Gülten Kapıcıoğlu, Dr. Metin Eriş, Prof. Dr. Ahmet Şinasi İşler, Doç. Dr. Yusuf Adıgüzel, Medeniyet ve Kültür Araştırmaları Merkezi Başkanı Serhat Buhari Baytekin, Prof. Dr. Erişah Arıcan, Doç. Dr. Sedat Aybar, Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 Akil Kişiler Kurulu Üyesi Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu, TASAM Başkanı Süleyman Şensoy, TASAM Yönetim Kurulu Üyesi İhsan Toy, TASAM Uzmanı Reyyan Doğan ve Uzman Yardımcısı Ahmet İşcan olmuştur. TASAM Başkanı Süleyman Şensoy’un açılış konuşmasını yaptığı Toplantı’da; Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 için 2005-2006 yılarında kurulan 18 temas sonucunda Otoritelerin tensip ve katkılarının alındığı, 2008’de başlatılan Proje’nin 2011 Genel Seçimleri ile birlikte hem Hükümet hem Muhalefet tarafından sahiplenildiği ve konunun artık bir Devlet ve Ülke Politikası haline geldiği ifade edilmiştir. İlk aşamada 4 yıl boyunca devlet ve millet olmanın temel parametreleriyle ilgili 6 makro tema üzerinde yol alınıp iki kez Makro Belge yayınlandığı, ikinci aşamada 2011’den itibaren Türkiye’yi bu makro öngörülere taşıyacak 10 stratejik lokomotif sektör üzerinde çeşitli sivil ve resmî kurumlar ile başlanan çalışmaların halen sürdürüldüğü dile getirilmiştir. Proje’nin son aşaması olan Değerler İnşası sürecinde “Referans Değerler, Kurumlar ve Kişiler” ana teması altındaki “Medeniyet İnşası Türkiye Vizyonu” çalışmalarının bu hazırlık çalıştayı ile başladığı belirtilmiştir. Sivil ve resmî kurum ile şehir, sektör ve medya temsilcilerinin katıldığı interaktif bir ortamda gerçekleştirilen Çalıştay’da öngörülen konular, programa uygun olarak tüm yönleri ile ele alınmıştır. Toplantı sırasında ortaya konan görüşler aşağıda özet olarak sunulmaktadır. Proje’nin gerek “Stratejik Lokomotif Sektörler” gerekse “Değerler İnşası” çalışmalarında aynı temel anlayış söz konusudur. Ülkemizin makro öngörüler üretme veya bir takım jenerik kalıplar geliştirme konusunda çok başarılı olmasına rağmen içeriğini inşa etme noktasında kurumsal altyapısının çok güçlü olmadığı görülmektedir. Ekonomiden örnek vermek gerekirse; Türkiye’nin 2023 için 500 milyar dolarlık bir ihracat hedefi vardır. Mevcut üretim dengesi içinde Türkiye’nin 500 milyar dolar ihracat yapabilmesi için 850 milyar dolar ithalat yapması gerekir. Aradaki farkı bir yıl bile finanse etmesi teknik olarak mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin daha çok katma değer üretecek bir sektörel dönüşüme ve insan kaynağı dönüşümüne ihtiyacı vardır. Mesela bizim ihracat kârlılığımız ortalama %4, turizm kârlılığımız %7’dir. Bu ikisi dışında - bir takım istisnalar hariç - bir döviz gelirimiz ise yoktur. Dolayısıyla, tüketim noktasında da Türkiye tüm seçeneklerini kullandığı için gelinen noktada mutlaka büyük bir dönüşüme ihtiyaç vardır. İnsan kaynağı dönüştürülecek, gelişen insan kaynağı teknolojiyi dönüştürecek ve daha yüksek katma değerli ürün üretimine geçilecektir. Bu, Türkiye’nin önündeki en önemli zihinsel eşiktir. Ayrıca, insani gelişmişlik endeksinde 90. sırada olan bir ülkenin, ilk 10 ekonomi arasına girmesinin ne kadar mümkün olacağı ve olsa bile bunun ne kadar anlamlı olacağı da değerlendirilmelidir. Aslında Değerler İnşası’ndaki endişeler de benzer endişelerden yola çıkmaktadır. Yani Türkiye, belli bir refaha talip olmuş, belli bir kısmını da başarmıştır. “Bölgesel güç - küresel aktör” olmak gibi söylemler kullanılmaktadır. Türkiye’nin, talip olduğu bu gücü ve refahı nasıl bir toplumsal altyapıyla yöneteceği sorgulanmalıdır. Son birkaç yılda hazırlıksız yakalanılan durumların benzerleri üst üste gelirse, ne tür sosyal sorunlara yol açabilir? Ne tür demografik sorunlara yol açabilir? Bir bölgesel gücün hem kendi iç kamuoyuna, hem de dünyaya ve bölgesine verebileceği etik değerler nelerdir, kurumsal temsiliyet ne olmalıdır, kendisini nasıl temsil etmelidir? Tarihten gelen birtakım referans değerleri, kurumları, kişileri bugün nasıl yorumlamalıdır, nasıl temsil etmelidir? Bunları hangi kurumlar temsil etmelidir? İşte tüm bu soruların cevaplarını arayış süreci, Proje’nin 3. aşamasını oluşturmaktadır. İnsani gelişmişlikte öncü, markalaşmış şehirleri, şirketleri olan, güç ve adalete dayanan, yani meşru yoldan ulaşılan güce ve bu gücün adaletle tasarrufuna dayanan yönetim modelini güçlendiren, dolayısıyla yeniden cazibe merkezi olabilecek bir Türkiye inşa edebilir miyiz? O zaman bütün dünyadaki insanların dâhil olacağı bir ifade ile; “ben Türkiye’de yaşamak istiyorum” diyecekleri bir sosyal, siyasal hayat alanı inşa edebilir miyiz? Elbette bu proje tek başına sihirli değnek değildir ama mümkün olan çaba ile hem Anadolu’da yapılacak çalışmalarda, hem uluslararası nitelikte yapılacak çalışmalarda tüm paydaşların katkıları ve yol göstermesi sonucu önemli mesafeler kat edilebilecektir. Eleştirel düşünce kapasitesinin, kurumsallaşmasının hızlandırılması ve güçlendirilmesi ise altı çizilmesi gereken diğer bir husustur. Türkiye zaten gelenek itibariyle özellikle yakın tarih açısından eleştirel düşünce kapasitesi çok güçlü bir ülke değildir. Ama son yıllardaki birtakım ideolojik kamplaşmalar ve farklı sebepler bu eleştirel düşünce sistematiğini daha da zayıflatmıştır. Eleştirel düşünce yeteneği zayıf olan ülkelerin ise önleri kapalıdır. Yani ne kamu yönetimi, ne özel sektör, ne medya, ne sivil toplum kendini yenileyebilir. Yaklaşımlar yüzeyselleştikçe, Ülke de birtakım olası krizlere yakın demektir. Proje’nin; Türkiye’de bu eleştirel düşünce görevini düşünce kuruluşlarının mı, üniversitelerin mi, sivil toplumun mu yoksa hepsinin mi üstleneceği, bunu nasıl bir derinlikle yapacağı gibi tartışmalara da katkı sunması beklenmektedir: Zira büyük devlet, büyük toplum olmanın yolu; aktörlerin birbirine karşı olumlu anlamda rekabet ettiği ve onurlu bir şekilde karşılıklı sınırlarını koruduğu bir formülden geçmektedir. Bu bağlamda; “sivil toplum - sivil toplum” gibi, “medya - medya” gibi, “kamu yönetimi - kamu yönetimi” gibi olmalıdır. “Kamu yönetimi içindeki dengelerde de” onurlu bir rekabet ortamının olduğu güçlü bir derinleşme gerekmektedir. Aksi takdirde herkesin aynı şeyi söylemeye başladığı bir ortamda yapısal krizler yakın demektir. Ancak bu sürecin - tabiri caizse farklılıklar adına anarşi olmaması için - niteliği ve derinliği olan bir konseptle yönetilmesi elzemdir. Proje’nin bu anlamda Türkiye’nin eleştirel düşünce inşasına katkı sunması ve birtakım öneriler getirmesi de öngörülmektedir. … Öncelikle “uygarlık” ve “medeniyet” kavramları birbirinden ayrılmalıdır. Uygarlık medeniyet değildir, adalet medeniyet değildir. “Medeniyet” kelimesi “medine” kökünden gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’deki bir kıssada Allah, Mısır’a geri dönen Musa (as) Peygamber’e “şehirde evler edin” demektedir. Hem burada hem de Yasin suresinde “şehirden koşarak bir adam geldi” mealindeki ayette “şehir” için kullanılan kelime “medineti”dir. Firavun “benim şehrimde bozgunculuk mu çıkarıyorsun?” derken geçen ifade ise “karia”dır. Fıkıhla yaşayan bir toplumun sakinlerinden birinin koşarak geldiği şehir hakkında Allah “medineti” kelimesini kullanıyor. Dolayısıyla ilk hareket noktası olarak, Farabi’nin “Medinetül Fazıla” kavramsalına da tabi olarak “İslam Şehirleri” diye bir kavram olduğu üzerinde durulabilir. “Şehir” kavramı “Medine” ile ortaya çıkmıştır. Elmalılı Hamdi’nin şehir kavramı tanımı “Cuma Namazı kılınan yer” olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bazı İslam kaynaklarında da bir yerin şehir kabul edilmesi için orada mutlaka ticaretle uğraşılması gerektiği ifade edilmektedir. Hz Peygamber (sav) Mekke’de Kâbe olmasına rağmen kenti terketmiştir. Mekke’nin o hâlinin kent olduğu değerlendirilebilir. Zira Allah Mekke için “Ümmül Kura” ismini vermiştir. Fakat Yesrib’e de “Medine” ismi verilmiştir. Hz. Peygamber (sav) Yesrib’e gelerek oradaki pazarı gördüğünde “bu Müslüman pazarı olamaz” demiş, ardından geniş arazili başka bir alana geçildiğinde ise “işte Müslümanların pazarı budur” buyurmuştur. Burada insanların mallarını satışa arz ettiği alabildiğine geniş bir pazar kurulmuştur. Osmanlılar fetihlerle Anadolu’yu düzenlemeye başladıklarında yörede bulunan eşrafın Osman Bey’den “pazar vergisi” istemesi üzerine bir tartışma yaşanmıştır. Osmanlı, kendisinin olmayan malların vergisini nasıl alacağını sorunca eşraf, törelerinin böyle olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Osman Bey; “O halde mal getirenden vergi alınmayacak, fakat satış olursa vergi alınacak” demiştir. Bu örnek; İslam şehirlerinin genel karakterinde bir pazar olayı olduğunu düşündürmektedir. Cuma suresinde “Namaza çağırıldığınız zaman alışverişi bırakın, namaza koşun” denirken “namazın kılınmasının hemen akabinde rızkınızı aramak için yeryüzüne dağılın” şeklinde de bir beyan mevcuttur. Buradan İslam’ın iktisadi bir din olduğu da anlaşılmaktadır. Yani iktisatsız bir İslam düşüncesi söz konusu değildir. Bu genel olarak Anadolu’da bir kimlik belirleme veya oluşturma şeklinde değerlendirilmemiş, tamamen iktisadi alan üzerindeki hak dağılımıyla ilgili bir husus olarak görülmüştür. Selçuklular da Anadolu’ya geldiklerinde “tımar”da kalmak kaydıyla gayrimüslimlere 5 sene vergi vermeyeceklerini beyan etmiştir. Bu “tımar” sistemi Anadolu’da yeni bir iktisadi oluşumu hazırlamıştır. Yani kimlik siyasetiyle değil, iktisat üzerinden bir insan tasavvuru geliştirmiştir. Dolayısıyla İslam şehirleri bir devlet sistemi değil toplum sistemidir. İslam’da devlet olduğunu iddia eden görüşler olsa da İslam tarihinin ve Kur’an-ı Kerim’in getirdiği tarihin, bir “İslam devleti oluşturma” değil bir “medine oluşturma” meselesi olduğu görüşü ağır basmaktadır. Bilindiği üzere Osmanlı’da çift hukuk mevcuttur; yönetenlerin hukuku ile yönetilenlerin hukuku farklıdır. Halk sınıfı diye bilinen zanaatkâr, esnaf ve çiftçilerin tabi olduğu fıkhi bir yapı vardır ve burada üst katmana geçme gibi bir mücadele veya talep söz konusu değildir. Bu alt yapı tamamen kadıların altında, heterodoks yapıları da içeren ve herkesin hakkını koruyan bir sistem getirmiştir. Medeniyet bu anlamda, bu toplumsallığı ifade etmektedir. Osmanlı toplum sisteminde gayrimüslim veya heterodoks bir kişi dahi kadıya başvurabilmekteydi. İslam’ın da yeni dönemde kendisini bu alanda tanımlaması gerektiği değerlendirilmektedir. İslam’da “şehir” mahallelerden oluşmaktadır. Vergi düzeni açısından her mahallede bir ekonomik birim mevcuttur. Bireyden değil aileden vergi alınmaktadır. Mahalleler su, eğitim, güvenlik gibi işlerini kendi imkânlarıyla çözmektedir. Haliyle merkezî idarenin mahalli yönetimlere müdahalesi söz konusu değildir. Bu bağlamda Türkiye’de medeniyet kavramı çerçevesinde Mehmet Akif, Bediüzzaman, Namık Kemal gibi isimlerin, medeniyetin yol olduğu veya Batı’nın tekniği olduğu şeklinde yargıları vardır. Erol Güngör, Musa Kazım, Sezai Karakoç ise böyle bakmamaktadır. “İslam toplumlarında medeniyet var mıdır yok mudur” çatışması aslında “medeniyet” kavramına yüklenen yanlış bir anlamdan kaynaklanmaktadır. Çünkü medeniyet Musa Kazım’a göre eşya ve teknik değildir. Medeniyet bir toplumsallıktır. Yani fıkhi olarak, hukuki olarak, dinî olarak toplum olmanın getirdiği bir yapılaşmadır. Medine Vesikası’nda da bir kimlik iradesi değil gayrimüslim kavimlerin Müslüman kavimlerle birlikte bir toplum olma iradesi temel prensip olmuştur. Mekke’de sağlanamayan, Medine’de başarılmıştır. Mekke, bu anlamda Hz. Peygamber (sav) döneminde kapitalist bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hz. Peygamber (sav) Medine’ye yerleştiğinde öncelikle pazarın serbest kalmasını istemiş, şehrin inşasına sınıfsız toplum anlamında değerlendirilecek mescit inşası ile başlamıştır. İslam şehirlerinin genel karakteristiği iki ana temel üzerinde durmaktadır; bunların biri cami diğeri pazardır. Cami yerine kilise de düşünülebilir. İslam toplumları kilisenin kendi içlerinde olamayacağı şeklinde bir yaklaşıma sahip değildir. Tam tersine toplumların dini amaçlarını düşünen bir anlayışa sahiptir. İslam toplumları Hz. Adem (as) Peygamber’den bu yana “doğal toplumcu” bir temele sahip olmamıştır. Çünkü Hz. Adem (as) yeryüzüne indiğinde ilk olarak Kâbe’yi inşa etmiştir. Kendisi mimar, oğlu Kabil çiftçi, diğer oğlu Habil ise çobandır. Oysa Rousseau’nun veya Hobbes’un düşüncesinde bir tür vahi dönem olduğu bilinmektedir. Kabil için bir doğal toplum kurduğunu düşünebiliriz. Hz Adem (as) cemaatçi ama aynı zamanda sınıfsız bir toplum kurmuştur. Bunu bozan ise Kabil olmuştur. Kentleşme süreci; kapitalist birikimi ve sınıf çatışmasını oluşturmuş, gıda tekelini kurmuş, kendi üstünde sıcak bir kubbe oluşturarak iklimi yok etmiştir. Çarşı aslında pazar değildir, kapitalist bir tekel oluşturmuştur. Batı son dönemlerde; “tarlacı toplum”, “endüstri toplumu” ve “kent toplumu” teorisine dayalı bir tarih dayatmaktadır. Anadolu düzeninde ise halk kiracıdır ve vergisini nakdi olarak değil ayni olarak vermektedir. Bu ise medeniyet açısından çok önemlidir. Günümüzde siyasetin belediye başkanlığı hâline geldiği, kentlerin bir tür feodal kent devletleri sistemine dönüştüğü ve ulus devlet yapılarının bozularak halkın aslında kent için çalışır duruma getirildiği de değerlendirilmektedir. Sermaye dolaşabilirken emek dolaşamamaktadır. Birkaç spesifik konuya değinmek gerekirse; Afet Yasası’nda üçte iki çoğunluğu yakalayan kat maliklerinin binayı yıktırabilmesi gibi bir mevzuat boşluğu bulunmaktadır. Vakıf, mahalle, tekke ve pazar teşkilatlarının yeniden kurulması, mahallelerin eğitimi üstlenmesi tekkelerin ihya edilerek eğitim adına yeniden yapılandırılmasının bu anlamda faydalı olabileceği de düşünülebilir. Öte yandan cemaatlerin sivil toplum olup olmadığının sorgulanması, cemaatlerin tekrar tekke olarak örgütlenmesi, alışveriş merkezlerinin kısıtlanıp pazarın serbestleştirilmesi de bu konudaki diğer değerlendirmeler arasında yer almaktadır. … Medeniyet tanımı üzerine farklı bir yaklaşım getirmek gerekirse bugüne kadar dünya tarihinde medeniyet olarak nitelendirilenlere göz atmakta fayda vardır. Çin medeniyeti, Arap medeniyeti, İslam medeniyeti, Osmanlı medeniyeti, Klasik ve Modern Avrupa medeniyetleri, Grek medeniyeti, Roma medeniyeti gibi geniş coğrafyaları kuşatan ve “medeniyet” olarak kabul edilenleri görünür kılan en önemli unsurlardan biri “güç” olarak karşımıza çıkmaktadır. Güç ise üretim artışı ile mümkündür. Belli bir coğrafya üzerinde küçük ve yerel olarak oluşan sınırlar, etki alanı artışı ile başlangıç noktasının çok daha ötesine taşınabilir. Bu açılım, üretim veya silahla sağlanabileceği gibi sermaye, ekonomi ve ticaretle de mümkün olabilir. Böylece aynı zamanda sınırları etkileyen bir kültürün oluşumu da gerçekleşebilir. Farklı coğrafyalara, farklı şehirlere uzanmış olan medeniyetler, aslında bir devamlılık arz etmektedir. Örneğin Çin medeniyeti olduğu için İslam medeniyeti olduğu ya da İslam medeniyeti olduğu için Batı medeniyeti olduğu düşünülebilir. Ya da daha öncesinde Grek, Roma olduğu için Osmanlı kültürü olduğu değerlendirilebilir. Bunlar, Huntington’ın dediği gibi “aralarında keskin sınırlar bulunan bir takım kategoriler şeklinde değil, sınırları geçişken medeniyetler” olarak ele alınabilir. Daha alt birimlere inildiğinde, İbni Haldun’un sosyolojisinin, modern sosyolojik düşüncenin içinde yer aldığı görülecektir. İbni Haldun, Kuzey Afrika’da İbni Haldun olarak kalmıştır. Sadece Doğu’yu ifade edip orayı anlamaya çalışan biri olmamış, devam eden bir düşünce oluşturmuştur. Türkiye’de “medeniyet” olgusu devamlılıktan bağımsız düşünülemez zira bir şekilde Avrupa medeniyeti olarak tabir edilen olgunun da bizzat içindedir. Ülkemiz, modern ulus devletlerin, sanayi devletlerinin, toplumlarının, fabrikanın, üretimin, göçlerin, büyük kentlerin oluşumu, sekülerleşme, protestanlaşma, dinî ve kutsal olanın değersizleşmesi, bozulan büyü ile ortaya çıkan bir medeniyetin parçasıdır. Bugün “medeniyetimizi inşa etmek” tartışılacaksa böyle bir sürecin içinde olduğumuz dikkate alınmalıdır. Bunu somutlaştırmak gerekirse; Türk ülkelerindeki sürekli muhafazakar ve yerel olarak öne çıkıp “değerlerimize sahip çıkalım” diyen siyasal, ideolojik hareketlerin tamamının kendilerini inşa ederken vurgulamış oldukları unsurların tamamı bu modern algılardır. Mehmet Akif Ersoy’dan itibaren, radikal İslami görüşler dışında Türkiye’deki muhafazakar ve sağ kesimin bakışı budur. “Batı’nın medeniyeti”, “Batı’nın tekniği”, “kendi kültürümüzü koruyalım gibi” tabirler dolaşmaktadır. Ancak sonuçta medeniyet, üretim ile kültürün toplamı ise, kültür de üretimden bağımsız olamaz. Çok hoşumuza giden Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi değerlerin ve öznesi oldukları kültürün bu “Batı’nın medeniyeti” ve “Batı’nın tekniği” ile birlikte düşünüldüğünde çok da anlamlı durmadığı görülebilmektedir. Türkiye’nin yaşadığı son 10 yıllık dönemde, muhafazakâr değerlerden çokça bahsedilmektedir. Ancak Weber’in bahsettiği protestanlaşmanın burada zaten yaşandığı da ileri sürülebilir. Burada önemli olan kapitalizmdir, para kazanmaktır, kalkınmaktır, ithalat - ihracat rakamlarıdır. Batı’nın pozitivist, rasyonel diye nitelendirdiği bakış ile “irrasyonel” diye nitelendirilip bir kenara atılmış olan dünya artık değerlidir. Batı medeniyeti söylemi altında böyle bir modernite algısı; solcusu - sağcısı, kemalisti - antikemalisti ile toplumun tamamında inanılmaz travmatik sonuçlara yol açmıştır. Gelen bu saldırı karşısında topluluklar ancak kendilerini kültürlerine hapsetmişler ve toplumu cemaatçi bir yapıya dönüşmüştür. Daha sonra da zaten medeniyet diye bir şey kalmamış, alternatif bir medeniyet olgusu veya hayali kalmıştır. Herkesin kendi cemaati vardır; Aleviler, Sünniler, şu bu cemaat gibi. Hepsinin de ortak korkuları vardır. Hepsi birbirinden korkar, hepsi travmatiktir. Dolayısıyla “değer üretmek” dendiği zaman, bunu çok başka bir şeye dönüştürmek lazımdır. “Eskiden kalan hangi değerleri keşfedip yeniden hayata geçireceğiz” demektense, bu toplulukların aralarındaki sınırları kaldırmak lazımdır. Örneğin yakın geçmişte yaşanan üzücü olaylarda iki farklı topluluktan birer genç hayatını kaybetmiş, herkes kendi cenazesini kendi değerlendirmiştir. Ölüm üzerinde bile anlaşılamaması bu konuda aciz kalındığını göstermektedir. Bu soruna bir ilaç veya reçete önermek gibi kimsenin tek başına bir çözüm getirmesi mümkün değildir ancak böyle ortamlarda birlikte çaba sarf edilerek sonuç alınabilir. Aslında “Değerler İnşası” çalışmalarına; “farklılaşmış toplulukları, insanları dinlemek ve anlamaya çalışmak için nasıl yollar denenebilir?” sorusuna cevap arayışı ile başlanabilir, başlamıştır da. Gündelik hayatta sıkça karşılaşılan bir ifadedir “diyalog”. Aslında bu “diyalog” değil “muhabbet” olmalıdır. Muhabbet denince tarafların karşılıklı konuşup uzlaşmalarının ötesinde, bu ortamın hissettirdiği bir güven de söz konusudur. Seyahatte yan yana düşen iki kişinin yaptığı muhabbet buna bir örnektir. Yol boyunca yapılan sohbetin üzerine bu iki kişi arasında ayrıldıktan sonra da devam eden bir alan oluşur. Bu orta alan iki kimlik, üç kimlik, dört kimlik arasında da ortaya çıkabilir. Her birinin sözleri bu alana sızabilir ve bunun asla hesabı - kitabı, ölçüsü, matematiği yoktur. Varlık denen olgu, insan, toplum vb. “intersubjektif” diye de ifade edilebilecek çok da insani olan bu orta alanda oluşabilir. Kimsenin yarattığı toplum diye bir şey olamaz. Bu konuda çabalayanların, “toplum şöyle olmalı, böyle nesiller oluşturulmalı” diyen herkesin neticede karşılaştığı hüsrandan başka bir şey değildir. Yani birinin dindarlığı, diğerinin çağdaşlığı ancak orta alanda konuşulabilecek hâle geldiği zaman “medeniyet inşası” konusu tartışılmaya başlanabilir. Bugünkü durumda medeniyet inşası süreci tümüyle tamamlanamasa da “Medeniyet İnşası” güzergahının kendisi çok daha anlamlı olabilir. Bilimde tek doğru vardır, sanatta tek doğru yoktur. Bir sanat eseri kendi formülüyle vardır, onun formülü, diğer sanat eserinde geçmez. Bir sanat atölyesinde öğrencilere bir konu verildiğinde, her birinin yaptığı farklı olduğu zaman amaca ulaşılmıştır. Benzer konular verildiği zaman yanlış bir durum ortaya çıkabilir. Bu anlamda güzel sanatların, yeni bir medeniyet için önemi ortadadır. Geçmiş medeniyetlere baktığımız zaman, kalıcılıklarını sağlayan biraz da bunlardır. Gelişmiş medeniyetlerde kalıcı olanlar, hep sanatta ileri gidenlerdir. Örneğin İngiltere’de Saatchi & Saatchi gibi kurumlar devletin politikalarına yön vermektedir. Bizde “soyut sanat” hep gerçekçi sanat ölçüleriyle değerlendirilmeye çalışılır. Oysa beş ayrı algılama düzeyi vardır estetik anlamda. İlki, gördüğünü gerçekçi olarak algılamaktır, çok kolaydır; ağaç tıpkı ağaç gibi yapılır, ağaca çok benzediyse beğenilir, az benzediyse beğenilmez. Ama beşinci düzeyde, bir sanat eseri sosyopolitik olarak algılanır. Soyut resim akılla yapılır, akılla çözümlenir. Akıl her zaman zor olduğu için, bizde hep duygusal olanlar yapılmaya çalışılır ve kolaydır. Ama soyut sanat, toplumları yaratıcılığa yönlendirir. Çünkü akılla yapılır, akılla çözümlenir. İngiltere ve Amerika sanat politikalarını yönlendirirler. Geleneksel sanatlar kadar plastik sanatlar, mimari gibi diğer sanatlar da “yaratıcı toplum” geliştirme açısından önemlidir. Geleneksel sanatlarda bir şablon vardır ama plastik sanatların ucu açıktır. Antik Yunan’da tanrılar evlenirler ve yaşarlar. Medeniyetler ve binalar da aslında inançlarla şekillendirilir. Bu dünya ön plana çıkmıştır. Orta Çağda ise öbür dünya ön plana çıkar; binalar yukarıya doğru yapılmıştır. Sonra tekrar Rönesans’ta bu dünya görülür. Tüm medeniyetlere, basılı kitaplara bakıldığında öbür dünyanın ağırlık kazandığı görülür. Bu medeniyetler böylece şekillenip giderler. Medeniyetlerin algısı da çok farklıdır. Örneğin Çin medeniyetinde barut, eğlenmek için kullanılmışken, Avrupa’ya geldiğinde insanları öldürmek için kullanılmıştır. Bir Japon destanında deniz insanları sever, okşar gibi tasvir edilirken Amerika’da yazılanlarda adeta insanı yok edecekmiş gibi ifade edilir. O yüzden kimliğimizi oluştururken Batı’ya mı öyküneceğiz, yoksa kendi kimliğimizi mi oluşturacağız konusunda tekrar olmaması gerekir. Çağdaş medeniyetler; güçlü medeniyetlere öykünerek değil, onları temel alarak oluşturulmalıdır. Bu anlamda öncü düşünceler de güzel sanatlarla geliştirilebilir. Allah, insan beynini iki kısım şeklinde yaratmıştır. Biri duyarlılık, diğeri ise akıl alanıdır. Akıl elbette önemlidir ancak sadece akılla çözmek mümkün değildir. Paris’e ya da Amsterdam’a bakıldığında, akıl görülür. Şehirler Lego gibi düzenlidir. Bir de İstanbul’a bakılacak olursa, ne kadarı akıldır? Akıl ve duygu dengesi çok önemlidir. Bu ikisini dengeleyen insanlar başarılı olmuştur. Aynı şekilde bu ikisini dengeleyen medeniyetler de başarılı ve uzun süreli olmuşlardır. Medeniyetlerin yerleşebilmesi için de, her zaman tekrarın dışına çıkmaları gerekmiştir. Sanatta da tekrar yoktur ve bu bağlamda sanat önemlidir… … Değerler İnşası sürecinde; medeniyet değerlerinin güncel yorumları çalışmaların odak noktası olacaktır. Burada daha çok bizim toplumumuza ait olan İslam medeniyeti ile Anadolu medeniyetinin değerleri öne çıkmaktadır. Bunlar Bizans’tan, eski Roma’dan ve daha öncekilerden de farklıdır. İşte bu medeniyetlerin süreklilik arz eden değerlerinin neler olduğunun ve güncel yorumlarının ortaya konması gerekmektedir. Anadolu medeniyeti döneminde bütün şehirlerde vazgeçilmez birer öğe olarak; pazar vardır, ticaret vardır, üretim vardır. Elbette bu üretimin niteliği ve standartları vardır. 1502’de Sultan II. Bayazıd, iktisat kararnamesiyle kalite standartlarını kayda geçirmiştir. Kayıtları mevcut olmayan daha eskiler de vardır. Arnavutluk’ta, Sultan I. Bayazıd’ın da bu tür defterleri olduğu söylenmektedir. Bu sistem; üretim standartlarını gözeten bir tür etik anlayış olan Ahi düzenidir. İbn-i Batuta Ahi tekkelerine gidip gelmiş, bazen aylarca kalmış, gözlemiş, nasıl üretim yaptıklarını araştırmış ve bu sistemi çok ayrıntılı şekilde anlatmıştır. Kızgınken yumuşamak, düşmanına bile iyilik yapabilmek, yardımlaşabilmek, kanaatkâr olabilmek gibi son derece önemli insani değerlerin bu düzen içinde mevcut olduğu görülmektedir. Bunlar acımasız kapitalizmde olmayan bütün olarak çalışmak, ortak çalışmak, ortak üretmek, esnaf dallarının ayrı ayrı suh denilen çarşılarda bulunması gibi daha birçok konuyu kapsamaktadır. Bu medeniyetin içindeki son derece önemli olan üretim, pazar, ticaret anlayışı Osmanlı’yı dünyanın merkezi yapmıştır. İpek yolu, Avrupalı tüccarların sıra bekledikleri bir alan haline getirilmiştir ki bu müthiş bir olaydır. Bunun güncel yorumlanması da ayrıca önemlidir. Tabii bu arada bizim insanımızda var olan nitelikleri de göz ardı etmemek lazımdır. Aslında bu durum, günümüz insanında artık eskisi gibi pek rastlanmadığından yakınılan meselelerin başında gelmektedir. Şehirde bulunan diğer bir öğe de büyük vakıf teşkilatıdır. Son derece önemli olan “vakıf” kurumu sadece bir yatırım değil aynı zamanda içinde her çeşit sanat olan bir inşa faaliyetidir. Yapılan camilerde, ahşap işlemelerinden kubbelerindeki kurşun işlemeciliğine kadar bunun yansımaları görülebilir. Burada sanat faaliyeti ile yatırımın yanı sıra bir de süreklilik vardır. İnşa etmekle bitmiyor, yaşatılması da lazımdır. Bunun için de bir düzen vardır; kadı da orada, bunun amme adına sürmesi için çalışmaktadır. Büyük bir teşkilatlanma söz konusudur; vakıf teşkilatı… Onun için de sosyal amaçlı bütçeler vardır. Halkın paralarının kullanımı için bankacılık da vardır. Öbür yandan, sosyal yardımlaşma boyutu vardır ki bu zaten İslam dininde de mevcuttur. Siyer-i Nebi’de, Kuran-ı Kerim’de bunlar geçmektedir. Örneğin zor durumdaki ülke halklarına yardım kampanyaları başlatıldığında insanlar hemen yardıma koşmaktadır. Sosyal yardımlaşma hâlen içimizde yaşatılmaktadır. Osmanlı’da fakir kişilerin vergilerinin karşılanmasından, ölen kişilerin cenaze masraflarının üstlenilmesine kadar birçok örnek vaka ile karşılaşılmaktadır. İmaretler de ayrı birer örnektir. Ama sosyal yardımlaşma 19. yüzyılda eğitim kurumları açılmasından Hilal-i Ahmer’e kadar ulaşan farklı kimliklere dönüşmüştür. Bu bakımdan sosyal yardımlaşma, onun kurumsallaşması ve ortaya konulması elbet çok önemlidir. Zaten insanların ruhunda var olan konuların yine topluma değer katması güncel yorumlarıyla işlenmelidir. Bir de bu medeniyet içinde ”kadı” çok medeni bir kavramdır. Osman Gazi fethettiği yerlere hemen kadı tayin ederek, fıkıh bilen birini kaza’nın başına oturtmaktadır. Kadıların birinci görevi fiyat vermektir. Satan da, alan da bunu bilmektedir. Kadıların dönem dönem narh verdiği de bilinmektedir. İnsanların mülkiyet hakkını korumak da kadıların görevidir ve bu konuya çok ehemmiyet verilmektedir. Mülkiyet hakkının kullanımı her çağdaş anayasada da mevcuttur. Kadılar, terekenin dağıtımını da yapmaktadır. İslam hukukuna göre ölen kişinin mal varlığı deftere geçirilip varisleri arasında paylaştırılmaktadır. Kadı kayıtlarında bunlar da görülmektedir. Ayrıca daha başka görevleri de vardır. İşte bu medeniyettir! Kadınların, mülkiyetin, miras hakkının bulunması ve daha birçok konu sayılabilir. “Emri bil maruf, nehyi anil münker” denilen “iyiliğin uygulanması, kötünün engellenmesi” prensibi, dinî bir emir olmakla birlikte sosyalleşmiştir de. Bu, mahallelinin hayatının iyi olması, kontrol altında olması demektir. Bu kontrol yasaklama anlamında değildir. Örneğin bir bulaşıcı hastalık görüldüğünde, kadıya haber verilmektedir. Ehli vukuf gitmekte, tabip gitmekte, hekimbaşı gitmektedir. Hasta kişi bulunduğu yerden alınıp cüzzamsa cüzzamlıların konulduğu yere, akıl hastasıysa bir bimarhaneye götürülerek tedavi edilmektedir. Bunlar medeniyettir. Bugün şehirlerimizde yaşanmakta olan ve yüzyıllardır uyduğumuz, süreklilik arz eden bunun gibi medeni müesseseler tespit edilmeli, güncel yorumları da ayrıca değerlendirilmelidir. Batı medeniyetinde “nicelik” önemlidir. Ama tasarımda bir kural vardır: “bazen çok ‘çok’ değildir”, çünkü bazen az ‘çok’tur. Aslında medeniyetlerin inşasında bu nokta çok önemlidir. Bir de medeniyetlerin fiziksel inşasında boşluk çok önemlidir. Boşluk, ‘boş’luk değildir… … Medeniyeti oluşturan kültürün önemli bir unsuru da dilin gelişimidir. Özellikle Türk ve İslam dünyasında dilin yeri çok ayrıdır. Aslında medeniyet, kültür vb. kavramların bir karmaşa içinde olduğu söylenebilir. Acaba “medeniyet” veya “dil” dendiği zaman herkes aynı şeyi mi anlamaktadır? “Bilim” veya “sanat” denince aynı şey mi anlaşılmaktadır? Yahut kültürün diğer unsurlarına bakıldığında; örneğin “felsefe” denince aynı şey mi anlaşılmaktadır? Bu konuda bir asgariyet oluşturulması gerekmektedir. Ülkemizde de her bireye göre farklı farklı anlamlar ve çıkarımlar söz konusu olabilmektedir. Özellikle üniversite öğrencilerine “dil ne demek?” diye sorulduğunda her birinden ayrı bir cevap çıkacaktır. Keza bu soru kültür için, sanat için, bilim ya da felsefe için de sorulabilir. Bu durum göstermektedir ki, kavramların tercüme edildiği şekliyle dilimize gelmesi ve tercümesi alınan noktalardaki farklı birikimden oluşan kavramların aynı anlam içeren tek bir karşılık şeklinde bulunmaması, birçok konuda hem zihinlerin karışmasına, hem de kavram kargaşasına yol açmaktadır. Yöntem olarak kavramlar üzerinde mutabakat sağlandıktan sonra, belirtilen amaçlar arasında kendi geçmiş medeniyetlerimizden ilham alarak insalığın bütünü için bir medeniyet tarifi oluşturulması gerekmektedir. Bugüne kadar Türkiye’de ilk defa mahalli ve millî olmanın ötesinde, evrensel olma noktasında bir hedef belirlenmiştir. Türkiye’nin geleceği için, hatta bütün insanlık için atılmış çok ciddi bir adım olarak düşünülmelidir. Sonuçta tüm insanlığın yararına bir düşünce oluşturulması gerekmektedir. Bu bir meydan okumadır. Dolayısıyla bu yolda çok ılımlı bir tavır değil, ancak gerçekten etkili bir tavır sergilemesi anlamlı olacaktır. Kültür bütün insanlığın ortak malıdır ve bütün insanların tarih boyunca oluşturduğu entellektüel, teknik ve sanatsal birikimlerin üretimlerin toplandığı bir havuzdur. Burada insanlık topyekûn bir bütün olarak düşünülerek, hep birlikte insanlığı daha da yükseltmek ve yüceltmek noktasında hedefler belirlenmesi faydalı olacaktır. Şehirleri veya devletleri, hatta dinleri değil, ama insanı yüceltmek, dünyayı daha yaşanılır bir hâle getirebilir… Şehirler çok güzelleştirilebilir, iktisadi sistemler çok güzel yapılabilir, ama neticede “insana güvenmek” esas olmalıdır. İnsana nasıl güvenilebilir? Bu güveni sağlayacak otorite ne olmalıdır? Din midir, para mıdır, yoksa diğer tedbirler midir? Asker veya silah zoru mudur? 13. ve 14. yüzyıllarda sanat ve ilahi düşünceleri resmetmiş şahsiyetler insana güveni gerçekleştirmişlerdir. Cengiz Han’ın ardından İslam dünyasında ve Anadolu’da Hacı Bektaş-ı Veli ve diğer tüm erenler, toplumu büyük kaostan kurtararak bir arada yaşama imkânına kavuşturmuşlardır. Onların pozisyonu fevkalade önemlidir, zira dünyaya bütün insanlığın bir arada yaşama imkânı olduğunu göstermişlerdir. O yüzden Mevlana, ‘Mevlana’dır. Dolayısıyla mevcut fikirleri değiştirmek veya düzeltmek yerine, insanın nasıl değişebildiği veya nasıl düzeltilebileceği noktasında yol ve yöntemler belirlenmelidir. … Farklı bir bakış açısıyla, daha önceki medeniyetlerin medeniyet inşası arayışlarını; bir tavır, yol, yöntem sorunu olarak algılamak gerekebilir. Kendimize karşı, çevremize karşı, geçmişimize, geleceğimize ve şimdimize karşı, kültürümüze, medeniyetimize, diğer medeniyetlere ve kültürlere karşı ve insanlara karşı gündelik hayatlara karşı nasıl bir tavır geliştirilebileceği sorgulanabilir. Bu tavır geliştirilirken de tüm bu sayılanlardan yola çıkıp bir dil oluşturarak ve aralarında ilişki kurarak bir tazelenme ihtiyacı elzem olabilir. Söz konusu olan; dilimiz, kavramlarımız, söylemlerimiz, tavırlarımız açısından bir tazelenme ihtiyacıdır. Peki bu nasıl gerçekleştirilebilir? Bunun yolu yordamı nasıl olabilir, bu tavır nasıl ortaya konabilir ve bu tavır belirlenirken de aslında çok önemli olan bu sorunların tümü çerçevesinde nasıl ele alınabilir? Sınırlar, aralar içinde nasıl ele alınabilir? Bu sınırların, farklılıkların geçişleri anlamında nasıl bir tavır alınabilir? Bu tazelenme ve tavır alma için kalkış noktası da devlet, millet veya ulus değil, toplum içinde yaşayan gruplar, insanlar olmalıdır. Tüm bu insanların aldığı tavırları belirleme noktasında, Batı medeniyetinin içinde yaşadığımız da dikkate alınarak, kendi kültürümüz, medeniyetimiz bir merkez kavram olarak nasıl ele alınabilir? Nasıl yeniden türetilebilir? “Gönül” kavramı bileşik bir kavram gibidir. Gönül, aşk ve muhabbet ister. İçinde aşk ve muhabbet olmayan gönül olmaz. Gönül bilgelik ister, bilgi ister, değer ister. Bilgisiz eylem ve değeri kabul etmez. Eylemsiz bilgiyi de kabul etmez ki bu çok önemlidir. Gönül evrensel bir vicdan ister. Herşeyi kendisi olarak görebilmeyi ve herşeyin kendi öznesi olarak görebilmeyi ister. Herşeyi yerli yerine koymak ister. Kararların vicdanlı verilmesini, adaletli verilmesini ister. Vicdana dokunmayı gerektiren anlayışı ister. Çıkar beklemeyen, anlayışsızlıklara, eksikliklere, fazlalıklara ve yanlışlıklara rağmen anlama tavrını isteyen, gerektiren bir şeydir. Ne “suçlama”, ne “bağışlama” ne de “hoş görme” şeklinde tanımlanabilecek bir şey değildir. Birlikte durmayı ister. Kendine saygıyı, diğerlerine saygıyı, birlikte yaşamayı ister. Bunların olabilmesi için herkesin kendisini güvende hissettiği bir ortamı ister. Bunun yöntemi nasıl olabilir? Geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimiz, kültürümüz, medeniyetimiz, diğer medeniyetlerle, kültürlerle ilişkilenerek ama hem geçmişimiz hem bugünümüz, hem kendi kültürümüz hem diğerlerinin kültürleri ile araya mesafe koyarak bir tavır alış nasıl olabilir? Bu tavır algısıyla dilimizi, kavramlarımızı ifade etme imkânları neler olabilir? Bu arayış bizi nereye götürür? Gönlün içine çok şey yerleşir. Aslında bu yerleşenler, medeniyet söz konusu olduğunda bir kısım düşünürlerin referans olarak gördükleri şeydir. … Bugün insanlar inşa edilirken yaklaşık iki bin beş yüz yıllık bir geçmişten başlanmaktadır. Lise eğitimi alan herkes Aristo’yu duymaktadır. Aristo’yu, Platon’u duyan insanlar milattan önce dört yüzlü yıllara geri gitmektedir. Hangi meslekten olursa olsun, bugün bireylerin zihin inşasında, iki bin beş yüz yıllık bir tarihî dönem vardır ve aradaki dönemler farklı şekillerde birbirine eklenerek bugünün insanını inşa etmektedir. Bu inşa ediş biçimine bakılarak, zihinlerin yamalı bohçaya dönüştürüldüğü, bir an önce görülmelidir. Fakat bu iki bin beş yüz yıllık geçmişin tam ortasında öyle bir dönem vardır ki, bugün sanki referans değerler denince bu dönemin öne çıkarılması gerekmektedir. İslam medeniyeti tabiri adeta Batı medeniyeti tabirinin mukabilinde kullanılmaktadır. Oysa yanlış bir yaklaşımdır. Aslında bu husus, sokaktaki adamın olduğu gibi İslam düşünürlerinin kafasını da çok karıştırmıştır. Çünkü bu kavramsallaştırma sorunludur. “Batı” dendiğinde öncelikle bir coğrafyadan söz edilmektedir. Merkezinde Akdeniz olan ve Avrupa’nın doğusuna doğru yayılan bir alan tanımlanmaktadır. “İslam” dendiğinde ise bir dinden söz edilmektedir. Bu durumda İslam medeniyeti tabiri kullanılacaksa, bunun mukabili Hıristiyanlık olabilir. Bazıları da Batı medeniyeti mukabilinde Doğu medeniyeti kavramını kullanmaktadır. Bu da yanlış bir yaklaşımdır. “Doğu” dendiğinde akla Çin gelmesi lazımdır, “Yakındoğu” dendiğinde Hindistan gelmesi lazımdır, “Batı” dendiğinde de “Avrupa” vesaire gelmesi lazımdır. Böyle olduğu zaman “İslam”ın yükü hafifleyecektir. “Batı” dendiğinde bir sürü alandan, bilimden ya da problemden bahsedilmektedir. Ama “İslam” dendiğinde bir dinden söz edilmektedir. “İslamcılık” yanlış yorumlandığında böyle bir sonuç çıkıyor. Sanki Batı’da ne olmuşsa, İslam bunun bir benzerini vermeliymiş gibi bir yaklaşım çok yanlıştır. Öncelikle buradaki kavramsal sorunu düzeltmek gerekmektedir. “Batı” dendiğinde, içinde “İslam”ın da olduğu bir kavramdan bahsediliyor olabilir. Mukabili “Doğu” olan bir kavramdan bahsedilmektedir. “Batı” tasvir edilirken, Roma, Latin, felsefe anlayışı olarak Grek, Helen olan, içinde Hristiyanlık, İncil, Tevrat olan bir kavramdan bahsedilmektedir. “İslam toplumları” veya “İslam coğrafyası” da tasvir edilmelidir. Bilim anlayışında ortak payda olarak Grek vardır, bunu böyle kabul etmek gerekir. Bunun üzerine tartışmalar olmuştur ama zemin kaybı hiçbir zaman olmamıştır. İslam bu iki bin beş yüz yıllık tarihte bir kopuş yaşatmamış; tarihi bütünleştiren bir rol oynamış, bilimlerin ve fikirlerin yeniden aktarılmasında büyük katkı sağlamıştır. İşte yanlışlık da burada ortaya çıkmaktadır. Aydınlar belki de bu mevzuyu doğru temellendiremediği için bu tartışmalarda yol alınamamaktadır. Böyle bir sorun söz konusudur. İslam’ın, Doğu’nun, Batı’nın ne olduğuna dair zihinsel bir harita ortaya konması ve bu haritadan yola çıkılması lazımdır. İslam’da “yeni” kelimesi çok sevilen bir kelimedir. İslam’ın Hicaz’dan Akdeniz’e taşınması da çok önemli bir kırılma noktası olmuştur. İslam dünyasında; Muaviye ile Hz. Ali (ra) arasında çıkan olaylardan başlayan tartışmalar mevcuttur. Gözden kaçan nokta ise bu iki ismin de siyasetin merkezini Akdeniz’e taşımasıdır. Biri Kufe’ye, diğeri Şam’a taşımış ve merkez Hicaz’dan dışarı çıkmıştır. İslam; İran ve Mısır hattına, Akdeniz ile Hindistan arasına yerleşmiş, böylece şartları değiştirmiştir. Bu konu çok önemlidir. Emevi ve Abbasilerde gelişen bir Arap aklı söz konusudur ve bu değişim oldukça başarılıdır. Bundan sonra İslam dünyasının krizler yaşadığı görülmektedir. Hicaz’da iş biraz daha kolaydır ama geldikleri yerlerde tartışmalar, medeniyetler, kültürler ve dinler vardır. İslam’ın, fethettiği bölgelerle hesaplaşması yaklaşık dört yüz yıl sürmüş ve bu durum Gazali’yi de krize düşürmüştür. O mücadele devam etmiş ve iş kemale ermiştir. İslam’da farklı kültürler, bilimler, tabiat ve tüm bu konulara dair ortak bir düşünce oluşmuştur. Temelinde “vahdet-i vücut” olan, “yaratıcı-insan ilişkisi” olan, buna bağlı olarak tabiatın yorumlanmasına dayalı bir kanaat ortaya çıkmış ve sürdürülmüştür. İbni Arabi’nin düşünsel yapısı mimaride Süleymaniye Camii olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu geçişin nasıl olduğuna dair hiçbir araştırma yoktur. Bu mümkün olabilir mi? Yani İbni Arabi’nin düşüncesi böyle bir şeyi geliştirmiş olabilir mi? İbni Arabi’ye bakıldığında, Kur’an-ı Kerim’le, Allah’la, toplumla, tabiatla ilişkisinde sanki bir perspektif göze çarpmaktadır. Çağımızda İslam üzerine konuşulurken bu değişim sürecinin tanımlaması lazımdır. Tarihî olan her bilgi, tikeldir. İbni Arabi metafizik bile yapsa, tikeldir. Onun yeniden inşa edilmesi, yeniden yorumlanması gerekir. İbni Arabi’yi ya da Yunus Emre’yi çağımıza taşımak doğru değildir. Yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Açıkçası, yeni bir İbni Arabi çıkması lazımdır ama bu olmamaktadır. İbni Haldun’a ve asabiyet kavramına değinilecek olursa; değişimi çok iyi görmesine rağmen çok olumsuz yorumladığı söylenebilir. Ama asabiye kavramı önemsenmelidir çünkü o bir toplum için, kültür için, cemiyet için kurucu unsur demektir. Motive eden, yön veren unsur demektir. Çağımızda İslam böyle bir asabiye teşkil edecektir. Örneğin İslam, tıbbı inşa etmeyecektir ancak tabiat, Allah ve insan ilişkilerinde metafizik bir yorum ortaya koyacak ve dolaylı o tikel durumları etkileyecektir. Ama bir dinin, hiçbir zaman tüm değerleri sıfırlayan bir alan olarak görülmemesi gerekir, tarihte de böyle olmamıştır. Hz. Peygamber (sav) “ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmaktadır. Burada “tamamlamak” kelimesi “var etmek” kelimesinden daha gerçekçidir. Hz. Peygamber (sav) ayrıca “merhameti bilmeyen insanlara merhameti getirmedim, sadece merhametin Allah’tan insana nasıl yönelebileceğini, oradan da tabiata nasıl yönelebileceğini göstermeye geldim” buyurmaktadır. İlk sözün asıl anlamı budur. İslam’ın çağımızda böyle bir düşüncesi olması gerekmektedir. 12. ve 13. yüzyıl bir referans noktası olabilir… … Medeniyet inşasında “vakıf medeniyeti” çok önemlidir. Türkler Müslüman olduktan sonra medeniyet inşası konusunda çok büyük katkılarda bulunmuşlardır. Vakıf kurumu, insanların varlıklarını Allah’ın ya da toplumun varlığı haline dönüştürmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ve birçok hadiste bu konu zikredilmektedir. İnsanlar kendi içleri çektiği hâlde fakire, yoksula, esire yedirmektedir. Kendi ihtiyacı varken bile elindekini ihtiyacı olan bir başkasına vermektedir. Bir “verme ve paylaşma kültürü” söz konusudur. Verilen veya paylaşılan kişinin esir, müslim ya da gayrimüslim olması önemli değildir, esas olan ihtiyaç sahibi olmasıdır. Mısır’dan yola çıkan bir seferinin 63 gün sonra İstanbul’a ulaştığında vakıf kervansaraylarında kaldığını ve kendisinden hiçbir ücret istenmediğini, aynı zamanda hayvanlarının bakımının, tımarlarının yapıldığını ve hasta olanları ile veterinerlerin ilgilendiğini söylemesi çok manidardır. Gerçekten böyle bir medeniyet inşası neticesinde Osmanlı Devleti, onlarca topluluğu yüzlerce yıl kardeşçe bir arada tutabilmesini vakıf medeniyetine borçludur. Osmanlı Sultanları; Müslümanı camide, Hristiyanı kilisede, Yahudiyi havrada görmek istediklerini her seferinde beyan etmişlerdir. Daima “dinde zorlama yoktur” anlayışından yola çıkılmıştır. Zorlamadan, sadece anlamaya çalışarak ve “yaratılanı yaratandan ötürü sevme” bilinci geliştirilerek topluluklar arası anlaşma sağlanabilir. Süleymaniye ve Sultanahmet gibi kimliğimizi, medeniyetimizi oluşturan temel eserlerimize İstanbul dışından da sayısız örnek verilebilir. Bitlis’teki mezarlarda adeta taşa ruh üflenmiştir. Binlerce yıldır orayı ayakta tutan bu kültürdür. Bu devasa eserler sadece seyredilsin diye yapılmamıştır. Medeniyet için şehir çok önemlidir, ancak şehrin oluşturulmasındaki esas gaye halkın huzuru, mutluluğu ve güvenidir. Bu nedenle vakıf medeniyeti çok önemsenmektedir. Orta Çağ karanlığındaki Avrupa’da akıl hastaları içlerinde şeytan olduğuna inanılarak diri diri yakılmakta ve bu da kilise kararıyla yapılmaktadır. Ama aynı dönemde Osmanlı coğrafyasında, bugün “deli”, “manyak” gibi nice farklı tabirler yakıştırılan bu insanlara şöyle hitap edilmektedir: “muhterem acizler”... O insanlara verilen değer burada görülmektedir. Sırf bu amaçla icat edilen 26 yeni makamda musıki dinletilerek su sesi eşliğinde tedavileri yapılmıştır. Vakfedilen bimarhanelerde veya şifahanelerde odaların geniş olması, pencerelerin gül bahçelerine bakması, hastalara bıldırcın eti yedirilmesi gibi prensiplerle gerçekten çok önemli vakfiyeler söz konusu olmuştur. İngiliz bir ekonomist teorisyen, kendisine millî gelirin artırılması için ne gerektiği sorulduğunda; “fakirler evlenmesinler, evlenirlerse çocuk sahibi olmasınlar, olurlarsa öldürülsünler” diyerek cevaplamıştır. Ağır sanayi ne şekilde olmuştur? Milyonlarca çocuk kömür ocaklarında çalıştırılmamış mıdır? 15 yaşın altında, daha gençliklerinin baharında birçokları hastalığa yakalanarak ölmemiş midir? Oysa aynı dönemdeki Osmanlı coğrafyasında fakir ailelerin çocukları bir vakıf evinde doğmakta, vakıf mallarından yiyip içmekte, vakıf okullarında eğitim almakta, daha sonra öğretmen olduğu zaman vakıf okullarında öğretmenlik yaparak geçimini sağlamakta, öldüğü zaman vakıf tabutuna konulup, vakıf camisinde cenaze işlemleri tamamlanarak vakıf mezarına gömülmektedir. Bundan sonra vakıf içinde Yasin’ler, Tebareke’ler, cüzler denilen birçok manevi unsur da devreye girmektedir. Kısacası doğumdan ölüme ve hatta ölümden sonrasını da içine alacak şekilde bir insan sevgisi, bir medeniyet inşası karşımıza çıkmaktadır. Hamasi olarak anlaşılmamalıdır ancak bu anlayış Türk milletinde İslam’dan önce başlamış ve İslam’dan sonra da gelişerek devam etmiştir. Türk yazıtlarında “Aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim” gibi ifadeler vardır. Demek ki geçmişimizde “diğerkâmlık” denilen, belki de Şark toplumlarının geneline atfedilebilecek, “diğerinin derdiyle ilgilenme” noktasında da çok ciddi emekler söz konusudur. Medeniyet inşası için gerçekten de geçmişimizden gelen büyük bir miras mevcuttur. Bu, referans kaynağı olarak alınabilir. Bugünlere nasıl geldiğimiz sorgulandığında, örneğin “sadaka taşlarımız” vardır. Zengin oraya gidip gizlice parasını bırakır, fakir de gelip oradan parasını ihtiyacı kadar alır. Zengini ve fakiri eğiten bir sisteme sahipken bu toplum nasıl olmuştur da hortumculuk, hayali ihracat, dolandırıcılık gibi düzenbazlıkların yüzlercesi ile karşı karşıya gelmiştir? Belki de bunun tek bir çözüm yolu yoktur. Ama biz bunu gerçekleştirmişiz ve dünyaya bir model olarak sunabilmişiz... Çünkü “medeniyet”; üç - beş yılda, yüz yılda ortaya çıkan bir olgu değil, binlerce yıldan damıtılarak ortaya çıkan bir olgudur… Sosyal yardımlaşma, vakıf medeniyeti; din, dil, ırk farkı gözetmeden karşıdaki insan olduğu gibi muhatap alan, hatta çevre ve hayvan haklarını da kapsayan bir olgudur. Göçmen kuşlar yollarından kalmasın diye hastaneler kuran, kurtlar dağlarda aç kalmasın diye et götürüp bırakan bir medeniyettir bu. Bir seyyah, yazın dağlardaki verimsiz ağaçların sıcaktan kurumaması için onları sulamak üzere vakfeden çılgın Türkler gördüğünü dile getirmiştir. Hem çevreyi, hem tabiatı, hem insanı önceleyen bir vakıf sistemi görülmektedir. Bunları biz gerçekleştirmişiz. Hepsi göz önüne alındığında tekrar gerçekleştirilmemesi için bir neden yoktur. Bu konuda ümitli olunmalıdır. … Medeniyet İnşası zor ve uzun bir süreçtir. Medeniyet; bütünlüklü olarak ortaya konan insan - insan ilişkisi, insan - toplum ilişkisi ve süreç içinde böyle karmaşık bir yapının ulaştığı bir olgunluk olarak da anlaşılabilir. Bu bütünlüklü yapı nasıl çalışılabilir? Bütünlüklü yapıyı çalışmak için elde bütünlüklü bir teori var mıdır? Başkaları bunu nasıl çalıştılar diye geçmişe bakılabilir. Mesela Aristo, Eflatun, İbni Haldun gibi kişilerin, içinde yaşadığı toplumun nasıl olması gerektiği konusunda birtakım normatif fikirleri vardır. Normatif derken “komşunuzla iyi geçinin”, “komşunuz açken tok yatmayın” gibi birtakım değer yargılarını içeren fikirler kastedilmektedir. Her medeniyetin kendisine ait birtakım değer yargıları vardır. Mısır medeniyeti konuşulurken, orada piramitlerin yapıldığından, ölümsüzlüğe ulaşmak için firavunların oraya gömüldüğünden vs. bahsedilir. Bu değer yargılarının getirdiği bir mimari yapı mevcuttur. Bu durum, değer yargılarının gerçek dünyada yol açtığı bir takım değişikliklere örnek teşkil etmektedir. Antik Yunan’da ise bambaşka bir manzara görülmektedir. Mısır’daki devasa heykeller varken Antik Yunan’da heykeller birebir insan boyutlarındadır. Orada da değerler böyle şekillenmiştir. Bunu çalışırken gerek Eflatun, gerek Aristo, o değer yargılarını aktarmaktadır. Weber’de ise bambaşka bir durum söz konusudur, orada bir protesto vardır. Bu yapının bütünlüklü çalışılması ancak etik çerçevede, daha doğrusu etiği de bağlayan maddi bir değer içinde mümkün olabilir. Bu da “kapitalizm” denen süreçtir. Kapitalizmin gelişmesine birtakım etik değerler yüklenir ki burada normatif düşünce yapısının devam ettiği söylenebilir. Bunun sorgulanmaya başladığı ve Weber’den önce klasik iktisatçılarla beraber ortaya çıkmış olan bir süreç de vardır. İnsanların birbirleriyle kurduğu ilişkiler, doğayla kurduğu ilişkiler, aile bağları vb. ilişkilerin yeni çerçeveler içinde düzenlendiği bir yapının gelişimi gözlemlenmiştir ki bu yapı da kapitalizmdir. Bireyin üretici ve tüketici olarak ön plana çıkması, Orta Çağdan itibaren sanat, edebiyat, müzik ve diğer alanlarda da kendini göstermektedir. Tüketici ve üretici olan bireyin merkeze oturması, bu bireyin akılcı davranmasının çalışılmasını gerektirmektedir. Adam Smith, Carlo ve John Stark gibi düşünürler bu bireyin akılcı davrandığını ve bu yolla kararlar verdiğini, böylece enformasyona ulaşabildiğini savunmaktadır. Bu mükemmel enformasyonla daha önceki medeniyetlerin bugüne kadar gerçekleştiremediği düzeyde bir toplumsal yapının da inşa edildiğini gözlemlenmektedir. O toplumsal yapı bugün de çok farklı değildir… İlgili literatür içinde son zamanlarda çok fazla meşhur olmuş olan Türkiye kökenli bir yazarın yazdığı “Uluslar Neden Çöker?” adlı bir kitap vardır. Medeniyetlerin çürümesi, yükselişi, geriye düşüşü de uzunca bir süre tartışılmıştır. 20. yüzyıl başlarına doğru; İttihat Terakki, Osmanlı’nın çöküş dönemi ve devletin nasıl kurtarılabileceği, Koçi Bey risalesinden başlayarak günümüze kadar süregelen tartışmalar ile Osmanlı’nın Batı’da gelişen akılcı bireyin merkezinde olduğu toplumsal örgütlenmenin diğerleri üzerindeki hükümranlığını nasıl yıkabileceği ve karşısında nasıl duracağı gibi konularda fikirler geliştirilen bir dönem vardır. Bunlar arasında ön plana çıkan düşünürlerden biri de Prens Sabahattin’dir. Bireyin ön plana çıkması ve özgürleşmesi konusunda birtakım fikirlerini ifade etmektedir. Daha sonra olayların kristalize olduğu yer, Mustafa Kemal’in gelişi ve Cumhuriyet’in kurulmasıdır. Burada öne çıkan bir düşünür de Ziya Gökalp’tir. Tarihin çarkı, kapitalizmin ve akılcı bireyin aldığı kararlar etrafında acımasızca dönmekte ve herkesi çarkın içine çekmektedir. Buna karşı birtakım düşünceler geliştirilmeye çalışılırken; dönmekte olan çarkın içine, sistematik gelişmelerin karşısında duran bütün anti-sistematik hareketler çekilmektedir. Medeniyet inşasında, köklü ve çağdaş medeniyetin karşısında bir insan ilişkileri biçimini kurabilecek olan Sovyet deneyiminin başlangıçtan itibaren getirdiği o umut ( komşunuzu sevin, değer yargıları vs.) ile aslında sonunda nasıl bir hüsrana uğranabildiği görülmüştür. 1917’de Bolşevik devrimiyle başlayan süreç, 1989’da sona ermiştir. Şimdi de tarihin çarkının acımasızca dönüşü ve diğerlerini kendine çekişi ile İslam dünyasında başlayan tartışma 1960’lardan itibaren hızlanmıştır ama geçmişi Orta Asya’daki “Büyük Oyun”a kadar gitmektedir. O dönemde İslam toplumları kapitalizmle ne kadar uyumlu yaşayabilirlerdi. İslam toplumlarında ne yapılabilir ki, tarihin çarkı çerçevesinde, anti-sistematik olmayan bir yapıya ulaşılabilsin? Aslında medeniyet inşası çabası bir boyutu ile bu soruya cevap verebilir. Öte yandan insanlık için de çok önemli bir alternatif üretebilir. Bu konu sistemli bir şekilde çalışılarak, insanlık için umut verici, doğru bir ürün ortaya çıkarabilir. … Bizim medeniyetimize dair; “kitap medeniyeti”, “vakıf medeniyeti”, “su medeniyeti”, “yol medeniyeti”, “ilim medeniyeti”, “irfan medeniyeti” gibi çok farklı anlamlandırmalar bulunmaktadır. Ama genel olarak bakıldığında çeşitli hakların söz konusu olduğu görülecektir ki bu onun en bariz özelliklerinden biridir. Farklı kültürler, farklı inançlar, farklı haklar ve arayışlar vardır. Bu bir zenginliktir elbette ama özüne inildiğinde ana referans Hz. Peygamber’in (sav), eski adı Yesrib olan Medine’ye refaransıdır. Çünkü medeniyetin mayalandığı, kuluçkalandığı yer; Medine’dir, yani şehirdir. Bunun karşılığı kent midir? İslam medeniyetinin oluşumunda en önemli etken; tevhid, yani birlik olarak kabul edilmektedir. Aslında burada, birlikte yaşamaya bir referans vardır. Çünkü medeniyetimiz, emperyalist bir medeniyet değildir. İçinde farklı kültürler, farklı yaşam biçimleri hayat bulabilmiştir. Bu medeniyetin felsefi anlamdaki diğer referansı, Farabi’nin Fazıla projesinde yatmaktadır. Bu projede medeniyeti oluşturan kavramlar arasında; Medine vardır, fazilet vardır, saadet vardır. Hz. Peygamber’in (sav) Medine’sini, felsefi anlamda Farabi’nin Fazıla’sını referans alan medeniyetimiz bir ütopya değildir. Bu konuda hemen herkes ittifak hâlindedir ama bu, miadı dolmuş bir medeniyet midir? Hayır, yaşayan bir medeniyettir. Asya, Afrika ve Avrupa’ya kadar uzanan büyük bir medeniyetin temsilcisi olan bir medeniyeti inşa etmek nasıl olacaktır? Medeniyetimizin odağında “insan” vardır… Sufilerin “Hazreti İnsan” dedikleri insanın onuru, haysiyeti vardır... Bugün özelde İslam âleminde, genelde yeryüzünde yaşanan problemlerin odağında da yine “insan” vardır. İnsan, “fert” kavramıyla buharlaştırılmamalıdır. Aslında dünya barışına büyük katkılarda bulunan solgun medeniyetimizde klasikleşmiş ifadesiyle Balkanlar’da, Orta Doğu’da, Asya’da ve Kafkaslar’da bugün hâlen Türkiye’den habersiz veya onaysız köklü bir şey yapılamadığı değerlendirilebilir. Kültürel dokularımızın ve medeniyetimizin bu irfan mayasını, yüzlerce yıldır olduğu gibi bugün de sürdürmek zorundayız. Endülüs ve Balkanlar’daki barış havasında anahtar, geçmişte olduğu gibi şimdi de Türkiye’dir. Bu açıdan medeniyetimizin inşasındaki farklı etnik, dinî ve siyasal kimliğe sahip olan bu coğrafyaların mayasının Türkiye olduğu da değerlendirilebilir. Allah - insan - tabiat arasındaki ilişki bizim medeniyetimizde makul ve meşrudur. Ancak İslam medeniyeti ne insanı ne de tabiatı ilahlaştırmaya öykünmemektedir. AVM’ler, plazalar, yüksek katlı binalar gibi insanı adeta ilahlaştıran bir yaklaşım bizim medeniyetimizde bulunmamaktadır. Kul, Rabbi karşısında rüku ve secdeye gider, yüksek binalar ise ilahlaşmanın, insanın kendisini merkeze koymasının yansımasıdır. Medeniyetimizin kurucu ifadesinde ise bu estetik, binalarda Selçuklu ve Osmanlı mimarisi olarak ön plana çıkmaktadır. Burada insan merkezde olsa da, ne insanı ilahlaştırma vardır, ne de tabiatı. Bunları birbirine kırdırtmamak da önemlidir. İslam dünyasına bakıldığında Osmanlı’nın Afrika’da su kanalları yaptığı görülmektedir. Benzer örnekler hem Balkanlar’da, hem Kafkasya’da hem de Orta Doğu’da mevcuttur. Sabır, infak, diğerkâmlık, iyilik, hayır, tevekkül, komşuluk ve akrabalık ilişkileri gibi kavramlar ölmemiştir. Bu değerlerin inşa edilmesi elbette eğitimle beraber olmalıdır. Ama maalesef bu konuda sıkıntılar vardır. Bizim medeniyetimiz yüzlerce yıllık birikime sahip olan bir irfan medeniyetidir. Ancak 2023 vizyonundaki; 500 milyar dolarlık ihracata ulaşma hedefi, ekonomide ilk 10 ülke arasına girme amacı, belli rakamların yakalanması için tüketimin de önemli miktarda artırılması gereği bu konuda düşünmeye sevk etmektedir. Değerleri inşası sürecinde tüketim artırıldığı zaman, “kanaat” denilen değer nasıl inşa edilebilecektir? Burada, ilerleme ve değerler arasındaki ilişki ve denge iyi kurgulanmalıdır. Ekonomi, sosyalleşme ve sağlık gibi alanlarda son 10 yılda önemli mesafeler kat edilmiştir. Ancak eğitim politikamızda bu durum tartışmaya açıktır. Aynı hükümetlerin farklı bakanlarının farklı uygulamaları söz konusu olmuştur. Değişken ve günübirlik politikalar söz konusu olunca değerler inşasında hayati role sahip olan verimli eğitim politikaları maalesef gerçekleşememektedir. Bunun için ne yapmak lazımdır? Farklı konumlardan belli sayıda uzmanın gerekirse aylarca bir yere kapanarak, Türkiye’nin 50 - 100 yıllık eğitim politikalarını ve felsefelerini belirlemesi bir çözüm modeli olabilir. Aksi takdirde; üniversitelerin giriş sınavları, dersaneler, yabancı dilin öğretilememesi, fizik ve matematik gibi bilimlerde geri kalmamız, teknoloji ve zamanı iyi kullanamamamız gibi konular mütemadiyen tartışılmaya devam edecektir. … Medeniyete dair kavramsal anlamda bir tanımlama yapmak da her zaman tehlikeli olabilir. Zira kavramın içine girmesi gerekenler dışarıda bırakılırsa ya da girmemesi gerekenler dâhil edilirse bir takım sıkıntılara sebep olması kaçınılmazdır. Belki de mevcut zihin dünyasından bir medeniyet çıkması pek muhtemel değildir. İnsanların biraz da başkası için yaşamayı bilmesi gerekirken aslında bu kaybedilmiştir. Eğer insanlar zamanında kurt, kuş veya oradan geçenler belki içer diye dağların başına çeşmeler yapmışlar, bir yolcunun ihtiyacı olur diye yol kenarlarında kervansaraylar inşa etmişler ise elbette bunu başkasını düşündükleri için yapmışlardır. Medeniyet, “Medine”den gelse de sadece şehirleşme anlamına gelmemektedir. Dağın başında, bir kişi de olsa, şehri oraya götürmek anlamına da gelmektedir aslında. Şehirde insan, güvenlik, ihtiyaçlarının giderilmesini ve amaçladıklarına ulaşabilmeyi aramaktadır. Eğer dağın başında bir kervansarayda bir insan kendini güvende hissediyorsa, ihtiyaçları orada karşılanıyorsa, orada ağırlanıyorsa, orada uğurlanıyorsa ve orada aradığını bulabiliyorsa, işte medeniyet orada demektir. Elbette bunu kuran, kurucu değerler vardır. Günümüzde uzaklaşıldığı düşünülen bu değerleri yeniden inşa etme yollarının aranması gerekmektedir. Bugün ekonomik anlamda kapitalist dünya ya da bireysel anlamda bencilliğin ortaya çıkardığı birtakım problemler vardır ve ilişkilerimize de yansımaktadır. Özellikle “aydınlanma” sonrası Batı dünyasında din ile olan ilişkiler de bozulunca bu durum tüm İslam dünyasını da bir şekilde etkisi altına almıştır. Dinin kattığı mikro değerler dışarıda bırakılarak medeniyetin nasıl kurulabileceği sorgulanmalıdır… Medeniyet için muhabbet de çok önemlidir. Muhabbete bir selam ile başlanır. Ancak selam verildiğinde muhatap bulunamaması gibi problemlerle karşılaşılabilmektedir. O yüzden “medeniyet” dendiğinde; orada bir gönül vardır, bir insan vardır, bir fedakârlık, diğerkâmlık vardır. Bunların yeniden kurulması gerekmektedir. Medeniyet dendiğinde orada her şeyden önce “insan” vardır. İnsanın yeniden keşfedilmesi lazımdır. İnsanın “insan” olmasından kaynaklanan birtakım temel insani değerler vardır. Bütünüyle, tüm insanlığın saygı duyması gereken esaslardır bunlar. Örneğin Hz. Ebubekir’e (ra) Bizans’a karşı savaşırken, bir Bizans askerinin kellesi getirildiğinde niçin böyle yaptıklarını sormuştur. Düşman askerleri İslam askerlerine böyle yaptığı için aynı şekilde karşılık verdiklerini söyleyenlere “Peki bu insani bir şey midir, siz Peygamber’den (sav) bunları mı gördünüz?” diyerek derhal bu davranışı terk ettirmiştir. Hz. Peygamber (sav); “Meşru bir sebepten Müslümanlar bir savaşa girmişlerse ve bir asker gayrimüslim bir kadını esir almışsa ve o kadına tecavüz etmişse, tıpkı Müslüman kadına tecavüz etmiş gibi işlem görür” buyurmuştur. Bu çok önemli bir şeydir. Onlar bizim kadınlarımızı esir aldıklarında bunu yapıyorlarsa da siz yapamazsınız. Çünkü insani değildir. Hz. Peygamber’in (sav) savaş ahlakıyla ilgili birçok söylemi ve uygulamaları vardır. İnsanlık 1907 ve 1949 Cenevre Sözleşmeleri ile buna biraz yaklaşabilmiştir. Bosna Hersek’te 40 bin kadar tecavüz vardır ve medeni denen bir dünyanın gözleri önünde yapılmıştır. O yüzden Batı’nın medeni olduğu düşüncesi de tartışmaya açıktır. Bu bağlamda “medeniyet çatışmaları” kavramı da paradoksal olarak değerlendirilebilir. Zira ortada medeniyet varsa, insanlık varsa, diğerkâmlık varsa, orada paradoks olmamalıdır. Başkasını düşünmektir medeniyet… Bizi Afrika’ya götüren veya bizi başka yerlere götüren ve gece gündüz oralarda koşturmamızı sağlayan nedir acaba? Medeniyetin ortaya çıkabilmesi için insanın bunlar üzerinde biraz düşünmüş olması gerekir. Aslında insan şefkate ihtiyaç duymaktadır ve medeniyetin temelinde ahlak, ahlakın temelinde de şefkat vardır. Bu acıma anlamında değildir, insani değerlerin varlık üzerindeki yansımasıdır. Dağdaki hayvana da, şehirdeki insana da acınması normaldir. O yüzden Allah’ın yarattığı herşeye şefkat göstermek, nezaketle ve zarafetle muamele etmekten bahsedilmiştir. Sadet asrında Müslümanlar aralarında Hıristiyan ve Yahudilerin de olduğu komşularına yardım dağıtırken bazılarının ellerindeki malı ihtiyaç sahibi gayrimüslimlere belki Müslüman olurlar diye vermemesi üzerine “Allah yolunda her ne harcar veya her ne adarsanız, şüphesiz Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” mealindeki Bakara suresinin 270. ayeti indirilmiştir. Bunun açılımı şudur: Sen insani bir karşılığı varsa vermek zorundasın. İnsanların Müslüman olup olmamaları seni ne ilgilendirir? O, tamamen kendi tercihleridir. Siz, insani bir iş için vereceksiniz ve bunun karşılığını Allah size verecektir. İnsan suresinde; “hepiniz Adem’in (as) çocuklarısınız, farklı ırklara, farklı kabilelere ayrıldınız ve sırf insan olmaktan kaynaklanan yükümlülükleriniz var” denmektedir. O yüzden insanlara bir borcumuz vardır. Amerika’daki de Almanya’daki de yaratılış eşimizdir. Bu çatışma ortamından sıyrılabilirsek, bu bencil, hedonist tutumlardan ayrılabilirsek bu konular da kolaylıkla çözülebilecektir. Müslüman kültüründe insan ilişkileri anlamında oluşturulan birtakım değerlerimiz vardır ve biz bunları yeniden küllerinden diriltebiliriz. Ama önce insanların zihinlerinin düzeltilmesi lazımdır. Türkiye’de, entellektüel kesim İslam’ı malesef kilise kültürü üzerinden okumaktadır ki bu ciddi bir problemdir. Bu durum Allah ile insan arasındaki dengeyi de, insan ile insan arasındaki dengeyi de, kadın ile erkek arasındaki dengeyi de bozmuştur. Ruh ile beden arasındaki denge de bozulmuştur. Bunların yeniden düzeltilmesi gerekmektedir. O yüzden “ben”i kovmadan, içerden bakarak, temel dinî değerlere de bizzat kendimiz gibi bakabilmemiz lazımdır. Medeniyet de buradan doğacaktır… … Medeniyetin Medine’den, yani şehirden geldiği dikkate alınırken, Cuma’nın şartlarından birinin de insanın özgürlüğü olduğu göz ardı edilmemelidir. Cuma’ya gidilebilmesi için, Cuma olabilmesi için insanların kendini güvende hissetmesi gereklidir. Yani güvenin ve adaletin olmadığı bir yerde medeniyetten bahsetmek çok zordur. Medeniyet inşasından bahsedilirken geçmişte yaptıklarımız yâd edilerek referans gösterilmektedir. Peki ne kadar zamandır, referans gösterilebilecek çok başarılı örneklerden söz edemiyoruz? Elbette bireysel veya toplumsal olarak referans noktaları mevcuttur ama ne kadarı uygulanabilmektedir ve bu değerler dünya siyasetinin neresindedir? Ne yazık ki hiçbir yerinde yoktur; en aşağıda, bireyde de yoktur, ailede de, toplumda da, uluslararası politikada da… Çünkü son 300 yıldır, yenilmiş bir medeniyetin evlatları olarak bugün bunlar aramızda konuşulmaktadır. Yenilmiş bir toplumuz ve bu eziklik de özgür düşünebilmemizi ve rahat fikirler üretebilmemizi sınırlamaktadır. Önümüzde böyle engeller de vardır. Hem bireysel, hem toplumsal, hem de siyasal engeller... Bugün İslam dünyası diye bir medeniyetten bahsedilecekse, İslam medeniyetine dâhil edilebilecek ülkelerin her birine tek tek bakılmalıdır. Batı’daki refah düzeyi en düşük toplumdan daha düşük durumda oldukları görülebilir. Bunun sebebi, İslam dünyasının bir sahibinin, bir hamisinin olmamasıdır. Sokakta çalışan çocuklar; çoğunun annesi babası olmayan, boşluğa sürüklenen, sokağa düşmüş çocuklardır. Bugün dünyadaki Müslüman ülkelerin birçoğu da gerçekten ya güvensizlik ortamında, ya savaş ortamında, ya da ekonomik ve sosyal bir sürü problemle karşı karşıya kalmış durumdadır. Bunun temel sebeplerinden biri, bir sahibinin olmamasıdır. Müslümanların sahibi yoktur, İslam ülkelerinin sahibi yoktur. Yanı başımızda savaşlarda insanlar ölmektedir. Bunlar Arap kökenli Müslümanlar değil de herhangi Batı ülkesinde yaşayan insanlar olsa, 150 bin de değil, örneğin İsviçre’de 15 kişi ölse ne olurdu? Bir güven sorunu vardır ve bu da birbirimize güvenmemekten kaynaklanmaktadır. Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse değil midir? Dünyada bir araştırma yapılmıştır; Türkiye’de en çok güvenin olduğu yer %12 ile Orta Anadolu bölgesi çıkmıştır. Burada insanların birbirilerine güvenme oranı budur! Batı’ya bakıldığında ise bu oran %70’lere çıkmaktadır ve ülkemizdekinden 4-5 kat daha fazladır. Bu tablo karşısında insanlar mı suçlanmalıdır yoksa burada asıl konuşulması gereken bir medeniyet çatışmasının neresinde olduğumuz mudur? Batı’daki insanların çok muhterem, insan haklarına çok saygılı, komşularına çok iyi davranan insanlar oldukları mı söylenmelidir? Oysa o medeniyetin içinden çıkan insanlar dünyanın bir tarafını yakıp yıkmakta ve içlerinden hiçbiri ses çıkarmamaktadır… Onların yüceltilmesi için bir sebep yoktur. Burada medeniyetler ittifakı diye, diyalog diye bir şey yoktur; bir çatışma vardır. Bu çatışma karşısında birey olarak, toplum olarak, ülke olarak nerede durmaktayız? Bugün başımıza gelenlerin, bu medeniyetler çatışmasında yerimizi doğru düzgün tespit edemememizden kaynaklandığı düşünülebilir. Bireyin de, ailenin de, ekonominin de bozulması böyle olmuştur. Bunlar kendimizi, kendi dinamiklerimizle değil başka dinamiklerle idare etmemizden kaynaklanmaktadır. … Sorulması gereken diğer bir soru da; “biz nasıl nesiller yetiştiriyoruz, ya da nasıl nesiller yetiştireceğiz?” olmalıdır. Aslında bu, kilit noktalardan biridir. Merkezine gençliğin konduğu bir yaklaşımla bu hassas konu geniş parametreler üzerinden tanımlanmalıdır. Gezi olaylarından sonra bu konunun ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılmıştır. Bizim geleceğimizi ortaya koyacak olan nesillerin hangi perspektifte ve hangi zeminde yetişmesi gerektiği konusu gerçekten de bugün çok daha ciddi bir problem olarak önümüzdedir. Mücadelenin Bab-ı Âli ile Saray’ın birbirinden ayrılma sürecinde başlayıp bugüne kadar uzandığı yönünde bir perspektif çizerek işe başlamak gerekmektedir. Bireyciliğin çıkar savaşı ile Saltanat’ın önde tutulma mücadelesi, II. Osman’ın öldürülmesi sonrasında padişahın tahttan indirilerek gönderilme süreçleri iyi anlaşılmalıdır. Dünyaya bir takım değerler sunarken, merkez ve periferi ilişkisi içinde bakıldığı zaman, merkez gibi göründüğümüz dönemlerde neyi öne çıkarmıştık da başarılı olmuştuk, bugün neyi bıraktık da buralara geldik? Bunun cevabının çok iyi verilmesi gerekmektedir. Nesillerimizde görülen hafıza kopukluğunun harf inkılabına dayandığı değerlendirilmektedir. Ancak İttihat ve Terakki’nin çalışmalarına, gençlik üzerine politikalarına bakıldığında Alman sempatizanlığı üzerinden bir gençlik hareketi ortaya konduğu görülmektedir. Demek ki aslında bu kopukluk harf inkılabına değil de, o hafızayla irtibat sağlayabilecek dilin kullanıldığı dönemlere dayanmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerindeki bazı hatalarını görmezden gelmek de, Cumhuriyet’in ortaya koyduklarını kopuk bir zihniyetin devamıymış gibi algılamak da doğru değildir. Alman Kayzeri ile Osmanlı Padişahı’nın fotoğrafları üzerinden zihin yıkama örneği olarak Alman usulü sigara içme metodları kitapçığının bile bu toplumda referans kitap olarak yayımlanmış olması, bizi daha derinden düşünmeye sevk etmelidir. Aslında hiçbir medeniyet bağımsız değildir. Liberal eğilimlerin, Sol akımların, kadın dayanışmalarının, gençlik hareketlerinin vb. tüm yönelimlerin Türkiye’yi etkilediği ve aynı akımların dünyanın neredeyse tamamında etkili olduğu açıkça görülebilmektedir. Bunların birbirinden bağımsız olmadıkları ve etkilenmemek gibi bir lüksün mümkün olamayacağı da ayrıca değerlendirilmektedir. Ancak son dönemlerde kullanılan yaygın ifadesi ile “gündemi belirleyen mi, gündemi belirlenen mi” olacağımıza karar vermek durumundayız. Gündemi belirleyecek noktaya nasıl gelebiliriz? Gelecek nesilleri hangi mantık üzerine yetiştirmeliyiz? Amerikan veya Alman eğitim modelleri ile bu mümkün müdür? Sistemimizi merkez olarak mı, periferi olarak mı ortaya koyacağız? Bu hassas konuları çok iyi irdelememiz ve “hafızamızdaki geri”ye iyi bir geçiş yapmamız gerekmektedir. Kısa süre içinde başarıya ulaşmak zor olabilir ama elbirliği ile asla imkânsız değildir… … 14 Mart 2014, İstanbul |
3136 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |